Tarih; İbretler Aynası

Tarih, kuru bir vâkıalar mecmuası değildir. Tarih bir milletin hafızası ve millî tecrübeler bütünüdür. Milletlerin kaderlerindeki iniş ve çıkış tecrübeleri ise, onların istikbâlini aydınlatacak en mühim ışık kaynağıdır.
Dolayısıyla, cemiyetin bugün ve yarınlarına mükemmel bir sûrette nizam verebilmek, hâdiselerin sebep ve neticelerinin mukâyesesini yapabilmek, ancak tarihi doğru okumak ve ondan gerekli dersi alabilmekle mümkündür.
Zira İbn-i Haldun’un ifadesiyle:
“Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Cenâb-ı Hak da Kur’ân-ı Kerîm’de kullarına, geçmiş toplulukların yaşadıkları -menfî veya müsbet- çeşitli hadiseleri, ibret ve hikmetleriyle nakleder.
Meselâ küfür, zulüm, haksızlık ve Allâh’a isyân eden milletlerin, kahr-ı ilâhîye dûçâr olarak hazin bir âkıbet ile tarihin çöplüğünde kayboluşlarını bildirir. Nitekim şöyle buyrulur:


“Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı?..” (er-Rûm, 9)
“Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Âl-i İmrân, 137)
“Onları (Hakk’ı yalanlayanları), sonradan gelen ümmetler için ibret verici bir geçmiş ve misâl yaptık.” (ez-Zuhruf, 56)
Zira Allâh’a ve O’nun gönderdiği peygamberlere muhâlefet ederek isyana düşenlerin, er-geç ilâhî kudretin acı azâbını tatmaları kaçınılmaz bir âkıbet ve değişmez bir ilâhî kânundur.


Hazret-i Mevlânâ, bu ibretli manzaraları şöyle ifade buyurur:
“Rüzgârın Âd Kavmi’ne ne yaptığını görmedin mi? Suyun da Tûfan’da ne yaptığını işitmedin mi?”
“O kin denizinin (Kızıldeniz’in) Firavun’u nasıl helâk ettiğini; Kârûn’un nasıl yerin dibine geçtiğini!..”
“Ebâbil kuşlarının fil ordusuna ne yaptığını, tanrılık iddiâ eden Nemrud’un başını küçücük bir sineğin nasıl yediğini!..”
“Lût’un ahlâksız kavmi üzerine taşların nasıl yağdığını ve onların nasıl karanlık ve mülevves bir göle gömüldüğünü bilmiyor musun?”
“Dünyadaki cansız zannedilen varlıkların (cemâdâtın) sanki akıllı insanlar gibi peygamberlere yardım ettiklerini uzun uzadıya söylesem…”
“Mesnevî o kadar büyür ve o derece hacim peydâ eder ki, kırk deve onu taşımaktan âciz kalır.”


Yine âyet-i kerîmede o zâlimler için şöyle buyrulur:
“Gök ve yer, onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi.” (ed-Duhân, 29)
Evet, onların arkasından semâlar ağlamadı. Gözler yaşarmadı. Gönüller sızlamadı. Bilâkis mazlumların âhları ve bedduâları ile onlar, tarihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.


Üstümüzdeki semâ, Allâh’ı inkâr edenlere ıztırap ve felâketler döken eski semâdır. Yine tepemizdeki Güneş de; bir zamanlar Firavun, Hâmân, Kârun ve Nemrud gibi nice zâlimlerin köşk ve saraylarını aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine doğan aynı Güneş’tir.
Günümüzde bütün dünyayı saran, gözle görülemediği hâlde küresel ekonomileri sarsan virüs illetinden de ders almamız lâzım.
Zira tefekkür etmemiz gerekiyor ki, Kâbe’yi yıkmak maksadıyla koca fillerle gelen Ebrehe’nin ordusunu perişan etmek için, ebâbil kuşlarını kim göndermişti? O küçücük kuşların ağızlarına o minik taşları kim koymuştu? Onları ne zaman bırakacaklarını onlara kim tâlim etmişti? Kim o küçücük taşlarla kocaman filleri yere sermişti?


Bugüne gelirsek, belki sayısız yorumlar, sayısız komplo teorileri ortaya atılabilir. Lâkin asıl kaçırılmaması gereken nokta, virüsün elini kolunu sallayarak ve davetsiz gelmediğidir.


İbretle bakarsak, küresel güçlerin yaptığı zulümler, bilhassa Suriye, Myanmar, Doğu Türkistan ve diğer ülkelerindeki mazlum müslüman kardeşlerimizin sessiz feryatları, sözsüz çığlıkları virüsü dâvet etti. Yegâne kurtuluş çaremiz de bol bol istiğfar edip hayatın bütün muhtevâsında İslâm’ı yaşayabilmeye çalışmaktır.


Zira Cenâb-ı Hak, ilâhî istikâmetten ayrılmayıp dinde sebât eden ve tevhîdi bayrak edinerek hidâyeti dünyanın dört bir köşesine taşıyan milletlerin de âbâd olduğunu beyan buyurur.
“…Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır!” (el-Enbiyâ, 105) vaadinin birçok tahakkuk sahnesini gözler önüne serer.
Nitekim Kur’ân ve Sünnet iklîminde bir hayat sürdükleri için, bir fazîletler medeniyeti inşâ eden ashâb-ı kirâm bu konuda bizlere en güzel bir misaldir. Yine on dört asırlık İslâm tarihinin Hulefâ-i Râşidîn devri, Ömer bin Abdülaziz devri, Endülüs’ün ilk 250 senesi, Osmanlı’nın ilk üç asrı da, insanlığın İslâm ile âbâd olduğu ihtişamlı devirlerdir.
Bizlere düşense, bütün bunlardan ibret alıp, hikmet dersi çıkarabilmektir. Çünkü dün ve bugünden ibret almayan kimse, yarınlara ibret olmaya mahkûmdur.


Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Allâh’ın merhameti; Nûh kavminin, Hûd kavminin helâkini bizim can gözümüze gösterdi, bizi uyardı.
Cenâb-ı Hak, onların başlarına gelenleri işitip korkalım ve O’nun varlığına, birliğine inanalım diye, onları kahretti. Bu iş tersine olsaydı, yani biz evvelce gelip onlar bizden ibret alacak olsalardı, vay hâlimize!..”
“Allâh’a şükürler olsun ki, bizi, bizden önce gelip helâk olanlardan sonra dünyaya getirdi.”
“Akıllı insanlar; Firavunların, Âd kavminin başına gelenleri duyunca, şu varlıktan da geçer, hırs ve gururu da bırakır.
Varlıktan, kendini büyük görmekten, hırstan vazgeçmezse, bu sefer onun hâlinden, onun sapıklığından başkaları ibret alır.”


Unutmamak lazımdır ki, geçmiş ümmetler için geçerli olan sünnetullah, bugün için de geçerlidir. Yani insanlar;
–Nefsânî arzularına râm olup dinden uzaklaştıklarında,
–Kendilerine ihsân olunan sonsuz nîmetlerin sahibini unutup nankörlük ettiklerinde,
–Hevâ ve heveslerini put hâline getirdiklerinde,
–Fıtratı bozarak ahlâkı ifsâd ettiklerinde,
–Şeytanın hile ve desiselerine kanarak günahları küçük gördüklerinde,
–Helâl haram ayırmadan mala tamah ettiklerinde,
–Ticarette haksızlığa saptıklarında,
–Allâh’ın emirlerini kendi çıkarları doğrultusunda tevil ettiklerinde, ilâhî kahır tecellîlerine muhatap olurlar.


Diğer taraftan hayatlarını, büyük bir îman aşkıyla Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikâmetinde yaşadıklarında da ilâhî yardım onlarla beraberdir. Nitekim Bedir’de müslümanların ihlâsı ölçüsünde inen melekler, 313 kişilik Tâlût’un ordusunun, sayıca çok fazla olan Câlût’un ordusunu yenmesi, Mûte’de üç bin kişilik İslâm ordusunun yüz bin kişilik Bizans ordusunun gözünü korkutması, Malazgirt’te Sultan Alparslan’ın ordusunun beş katı büyüklüğündeki Bizans ordusuna gâlip gelmesi bunun müşahhas misallerinden birkaçıdır.
Âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)


Dolayısıyla geçmiş ümmetlerin başına gelenleri bilmek, bugünler için de son derece ehemmiyetlidir.
Bu sebeple bizler, tarihte ibret olarak anılan değil, hayırla yâd edilenlerden olabilmek için;


Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan, tevbe ve istiğfârın nasıl olması gerektiğini,
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’dan, Cenâb-ı Hak ile nasıl dost olunacağını,
Hazret-i Yakub -aleyhisselâm-’dan sabr-ı cemîl’i,
Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’dan affı,
Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’dan hâle rızâyı,
Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’dan zenginlikte tevâzûyu ve infâkı,
Hazret-i Lokman -aleyhisselâm-’dan hikmeti,


–Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den de rahmet insanı olmayı, Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu güzel bir kul olmayı öğreneceğiz.


Şu bir hakikattir ki, hak ve adâlet üzere kurulan gerçek medeniyetler, dâimâ peygamberlerin rehberliğinde inşâ edilmiştir.
Her ne kadar zamanımız insanı, makinenin terakkîsi ile meydana gelen icatları medeniyet zannetmekte ise de, ruhsuz bir demir parçası olan makineden İslâm’ın arzu ettiği fazîletler medeniyeti ortaya konulamaz. Zira makinenin vicdânı, insâfı, iz’ânı, şefkat ve merhameti yoktur. Gözyaşı, diğergâmlık gibi ahlâkî meziyetleri yoktur. Hattâ günümüzde zâlimlerin elindeki yüksek teknolojiye sahip makinalar, hayırdan ziyade kapitalizmin zulüm aracı olarak iş görmektedir.
Esas medeniyet ise, gönüllerin fazîletlerle müzeyyen hâle gelerek Cenâb-ı Hak ile dostluk iklimine nâil olabilmesidir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül terbiyesi neticesinde câhiliye insanları, fazîlet semâsının yıldızları hâline gelmişlerdir.
Velhâsıl peygamberlerin müstesnâ ömürleri, bizlere hayat veren düsturların tahsil edileceği mükemmel bir dershanedir. İşte tarih şuuru da bu düsturların doğru okunması için elzemdir.
 
Üst
Alt