Han

En Güzel Edep Güzel Ahlaktir...!
Kullanıcı
Katılım
20 Ocak 2021
Mesajlar
7,620
Tepkime puanı
6,991
Puanları
0
Konum
Huzur🧿
Cinsiyet
Erkek
Bilinçten bağımsız olarak var olan her şey. Farklı biçimlerde tanımları aşağıda verilmiştir:

1. Etimoloji: Dilimizde iç anlamını dilegetiren öz deyiminden ve öze değin nlamını dilegetrmek üzere türetilmiştir.(..) Bir şeyi meydana getiren öğe. Yunan felsefesinde insan emeğinin yöneldiği ‘ nesne (hyle)’ Latince materia, materies (gereç). Töz deyimiyle de anlamdaştır.Evrenin ana, temel yapı gereci olarak tasarımlanmıştır. Metafizik varsayımlarda evrenin yer kaplayan ve her kalıba girebilen böylesine bir töz’den yapıldığı ileri sürülmüştür. Özdeğin somut biçimler dışında, metafizik anlayışta olduğu gibi değişmeyen temel bir töz olarak, varbulunmadığı 19. yüzyılda diyalektik çözümlemeyle anlaşılmıştır. Özdek, ancak, sonsuz çeşitlilikte somut biçimler halinde var olur.

2. İlk Çağ: İlkçağın Hint, Çin, v.b gibi köleci toplumlarında evrenin bir ana gereç’ten yapılmış olduğu ileri sürülmüş ve böylelikle ‘özdek’ kavramı ‘her şeyin ondan yapıldığı bir gereç’ anlayışı içinde belirmiştir. En eski Çin düşüncelerinde duyumların özdekten yansıdığı; tatlı, acı, tuzlu, ekşi gibi izlenimlerin su, ateş, toprak, tahta, meden vb. özdeklerden doğduğu, evrende olumlu ve olumsuz (pozitif ve negatif) ilkel parçacıkların var olduğu biliniyordu (Bk. T. I. Oizerman, Zur Geschichte der vormakscheb Philosophie, Berlin 1960, s. 14).


En eski Hint metinleri olan Veda’larda evrendeki bütün varlıkların toprak, ateş, su ve hava özdeklerinden meydana geldiği ileri sürülmüştür. Antikçağ Hint özdekçiliğinin Lokayata ve Butavada öğretileri Veda’lardaki bu temellere bağlanır. Mitolojik kahraman Brihaspati tarafından ileri sürüldüğüne inanılan ‘özdek’ öğretisine göre, her özdeksel öğenin ilksizlikten beri varbulunan atomları çeşitli oranlarda birleşerek varlıkları meydana getirmişlerdir. Canlı varlık ölünce bu bileşim dağılarak atomları doğanın atomlarına karışır.

3. Antik Çağ: Antikçağ Yunanlıları varlığın ‘kökü’ (Arkhe)’ünde bir özdek bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunu ileri sürerken de tanrısal ve ruhsal bir ilke düşünmek akıllarından bile geçmemiştir. İlk Yunan düşünürleri doğayı gözlemleyen ve doğanın yapılışını doğadan çıkarmaya çalışan doğa bilginleridir. Felsefe tarihlerinde ilk düşünür olarak saptanan Thales bu özdeğin ‘su’ olduğunu düşünüyordu. Evrende her şeyi canlandıranın su olduğunu gözlemlemişti, özdek (Hyle)’i onu canlandıran bir güç (Zoe)’le birlikte tasarlamıştı, ne var ki bu güç bizzat suyun kendisinde bulunuyordu. Bu yüzdendir ki onun ve onu izleyen öteki Milet’lilerin öğretilerine ‘canlıözdekçilik’ adı verilir.


Thales’i izleyen Anaksimandros, varlıkların sonsuz çeşitliliği içinde ilk özdeğin doğrudan doğruya algılanabilir bir özdek olamayacağını düşündü ve bu özdeğe sonsuz, sınırsız ve belirsiz anlamda ‘aperion’ adını verdi. O, birçok varlıksal durumlara geçebildiği gibi su durumuna da geçebilirdi, bu yüzden onu su gibi belli bir özdeğe bağlamak doğru değildi. Sonsuzca devinerek birçok varlıksal biçimler halinde beliren aperion tasarımı, özdek kavramını somuttan soyuta aktarması bakımından, çok ileri bir aşamaydı. Bundan başka Anaksimandros, aperion’un ”bütün karşıtlıkları içinde taşıdığı”nı ileri sürmekle, diyalektiğin temel yasasını da gözlemlemiş olmaktadır. Ona göre bu ‘karşıtlıklar’ çeşitli olgu ve olayların varlaşma nedenidir; sıcak-soğuk-, kuru-yaş vb. hep aperion’dan çıkar ve varlıklar böylelikle meydana gelirler.

Thales’in öğrencisi Anaksimenes, Anaksimandros’un aperion’unu yeniden somuta dönüştürmek istemiş ve ona ‘hava’ adını vermiştir, çeşitli varlıkların meydana gelişini hava (Aer)’nın seyrekleşmesi ve sıklaşmasıyla açıklamaya çalışmıştır. Anaksimenes’e göre de bu hava canlı bir havadır, nasıl soluğumuz bizi canlı tutuyorsa hava da evreni öylesine canlı (Psykhe) tutar. Görüldüğü gibi Anaksimenes canlılık anlamında ve özdek niteliğinde bir ruh (Psyke) kavramı da ileri sürmüş bulunmaktadır. Ne var ki bu ruh’un gelecekteki serüveni Anaksimenes’in aklından bile geçmemiştir. ‘İlkçağ materyalizmi’ adıyla değerli bir yapıt veren Fransız düşünürü George Cogniot haklı olarak şöyle der: ”Tanrılar havayı yapmadılar, ama hava tanrıları yaptı”.

Anaksimenes’ten sonra Herakleitos ilk özdeğin ateş olduğunu ileri sürmüştür, çünkü ona göre ateş, sudan ve havadan çok daha fazla devinmektedir. Herakleitos, parlak bir sezişle ve ökece şöyle demektedir: ”Özdeğin ne başı vardır ne de sonu. O, ritmik olarak meydana gelen devinmenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bütün varlıklar için aynı olan bu düzen, ne tanrılar, ne de insanlarca yaratıldı. Başı ve sonu olmayan bu ateş yandıkça bu düzen her zaman var olmuştur ve sonsuzca var olacaktır”. Herakleitos’a göre doğa olayları sürekli olarak kendi karşıtlarına dönüşürler, karşıtlar bir ve aynı şeydirler, biri değişerek öteki olur. En güzel ‘uyum’ (Harmonia) karşıtların bu kavgasından doğar. Ona göre buçatışma evrenin yasasıdır, ”savaş bitsin diyen Homeros’un dileği yerine geleydi her şey yok olurdu” der. Herakleistos’a göre ”insanın ruhu da bir özdektir ve ateşin geçiş durumlarından biridir”.

Antikçağ Yunan düşüncesinde Pitagoras ve Parmenides, Zenon gibi Elealılar özdeği yadsımamakla beraber idealist bir öğreti geliştirerek devimi ve değişirliği yadsımışlar, özdeğin bu temel niteliklerini yadsımakla özdek anlayışına hiçbir şey katamamışlardır.

Herakleitos , kuramını Pitagorasçılara ve Elea’lılara karşı savaşarak geliştirmiştir.

Antikçağ Yunanlılarının özdek anlayışında Herakleitos’u izleyen başka bir Anadolu bilgini Anaksagoras’a göre de evrende bütün varlıklar sonsuzca devinmekte olan ilk özdeklerin karışımıyla oluşurlar, ”her şeyde her şeyin bir kesimi vardır. Ekmek yediğimiz zaman gövdemiz büyür; çünkü ekmek etin, kanın, kemiklerin, derinin vb.’nın ilk özdeklerini kapsar. Bu, daha önce buğday için de böyle olduğu gibi buğdayın kendi beslenimini sağladığı toprak, su, hava ve güneş ısısı (ateş) için de böyledir”. İlk özdekler birbirlerine benzeyen küçücük parçacık (Aristoteles Anaksagoras’ın bu parçacıklarına homeomeri’ler adını takacaktır)’lardır. Anaksagoras bu parçacıklara bütün cisimlerin ‘tohumları’ diyordu. Ne var ki o, canlı özdekçilikten ayrılan bir görüşle, bu parçacıkların dışarıdan verilmiş bir devimle devindiklerini düşünmüştü. İdealistlerin daha sonra ‘ruh’ olarak yorumladıkları bu devindirci, ‘nous’ adını verdiği akışkan bir özdekti. Bizzat Anaksagoras onu açıkça ”çok ince bir özdek” olarak tanımlamıştı. Leopold Mabilleau, ‘Atom Felsefesi Tarihi’inde şöyle der: ”Öğreti en ufak tanrıbilimsel bir kuşku taşımaz. Nous’un nesneler üstünde sadece mekanik etkisi vardır, tanrısal etkisi yoktur” (Paris 1895, s. 256). Yukarda sözünü ettiğimiz Georges Cogniot da adı geçen yapıtında haklı olarak şöyle demektedir: ”Sözkonusu olan fiziktir, metafizik değil”. Nitekim Phedon diyaloğunda Sokrates-Platon ve daha sonra Kant gibi büyük idealistler bile bunu böylece anlamışlardır.

Kronolojik sırada Anaksagoras’ı izleyen Empadokles’e göre de evren dört özdeksel öğe olan toprak, hava, su ve ateşin bir bileşimidir. Bütün varlıklar bu dört öğenin çeşitli oranlardaki bileşimlerinden meydana gelmişlerdir. Görüldüğü gibi Empadokles, ilk özdeklerin sonsuzluğunu ileri süren Anaksagoras’ın dışında, kendinden önce gelen düşünürlerin tek tek özdeklerine (Thales’in suyu, Anaksimenes’in havası, Herakkleitos’un ateşi) toprağı da ekleyerek bir senteze varmaktadır. Doğumlar bileşimler, ölümlerse ayrışımlardır. Demek ki bu bileşimlerdeki nicelik farkları sayısız nitelik farkları doğurmakyadır. Bu bileşim ve ayrışımları gerçekleştiren doğal bir çekme-itme gücüdür ki Empadokles bunları sevgi-nefret adlarıyla ileri sürmektedir. Görüldüğü gibi bu karşıtlık ve karşılıktaki kavga Herakleitos’u andırmaktadır. Empadokles’e göre ”aşk ve nefret, birbirine karşıt bulunan mekanik ve cisimsel iki elemandır”. Kimi incelemeciler Empadokles’in bu görüşünün daha sonraki gelişmelerinde, en elverişlilerin yaşamaya devamını sağlayan ‘doğal ayıklanma’ kavramına öncülük ettiğini ileri sürmüşlerdir. (Bk. Y. Zubritski, V. kerov, Mitropolski, İlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal toplum; Ankara 1968, s. 132).

Leukippos-Demokritos ikilisinin atom öğretileri antikçağın özdek anlayışında yeni ve üstün bir aşamadır. Anadolu’dan Trakya’ya geçip Abdera’da yerleşen bu ikiliye göre bütün doğal olayların temeli bölünmez (Atomos) özdeksel parçacıklardır. Bunlar birbirlerinden ancak nicelikleri, uzaydaki durumları ve bileşim düzeyleriyle ayrılırlar. Devim, özdeğin özelliğidir. Bütün olgu ve olaylar özdeğin bu kendiliğinden devimiyle meydana gelmişlerdir. Özdek başlangıçsız ve sonsuzdur. Hiçbir şey yoktan var olamaz ve hiçbir şey de yok olamaz. Leukippos-Demokritos ikilisinin bu savları, çağdaş fiziğin özdeğin yokolmazlığı ve enerjinin korunması savının ilk ve ökece tohumlarıdır.

Tarihsel gelişmede bu iki ökeyi izleyen Epikuros’un felsefesel amacı, insanlara mutlu bir yaşam sağlamak için, inaçsal gevezelikleri bir yana bırakarak doğa yasarlının bilgisini vermektir. Buysa özdek anlayışını büsbütün güçlendirilip açıklığa kavuşturmakla elde edilecektir. Cicero’nun dediği gibi ”Epikuros’un bahçesini sulayan su, Demokritos kaynağından alınan sudur”. Epikuros bu görevi, Platon ve Aristoteles idealizmine karşı, Demokritos atomculuğunu savunarak başarıyla yerine getirmiştir.

Antikçağ Yunanlılarının özdek anlayışları, Roma’lı Epikurosçu Lukretius aracılığıyla Batı’ya geçmiş bulunmaktadır.

Antikçağ Yunan düşüncesinin Platon ve Aristoteles gibi büyük idealistleri de, olumsuz da olsa, özdek üstünde düşünmüşlerdir. Ne var ki onu büsbütün yok sayamadıkları için küçümsemekle yetinmek zorunda kalmışlardır. Platon ve Aristoteles’e göre özdek, kendisine anlam kazandıran ‘ide’ ve ‘biçim’in dışında düşünülürse, belirsiz bir şeydir. Platon’a göre özdek temelde yokluktur, ancak ide’nin kendisine vereceği biçimle varlaşır. Aristoteles de onu, ide’nin yerine ‘biçim’i koyarak, aşağı yukarı aynı anlayışla ele alır. Özdeği bir hiyerarşiye bağlar. Özdek yetkin olmayıştır ve her biçim basamağı kendisinden daha yetkinin özdeğidir. Özdek biçimin karşıtıdır ama her biçimde özdeksel bir yan vardır, çünkü her biçim kendisinden daha yetkin biçimin özdeğidir. Platon’un idea ve kendisinin biçim dediği şeyi Aristoteles özdeksiz olarak düşünemiyordu. Ona göre ne özdeksiz biçim ve ne de biçmsiz özdek olabilir. Tohum bir fidan, bir ağaç, bir meyve oluyor. Bütün bu biçimsel değişmelerde değişmeye temel olan, değişmenin altında değişmeden kalan şey nedir? İşte Aristoteles, daha sonra Arap felsefesine ‘heyula’ olarak geçen ‘hyle’terimini icadederek bu özdeği dile getirmektedir. Fidan ağacın özdeği, ağaç meyvenin özdeği, tohum fidanın özdeğidir. Demek ki hyle de biçim kadar temel ve ilksizdir. Bundan başka Aristoteles’e göre ”cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay da yoktur” (Bk. Hense-Leonard, Hellen-Latin Eskiçağ Bilgisi, İstanbul 1948, c. 1, s. 99). Aristoteles’in bu savı onu Einstein’la birleştirmektedir. Bununla beraber Aristoteles özdeği yetkin saymaz, o bir potansiyel gereçtir ve kendisini yetkinleştirmeye çalışan biçime direnmektedir. Bireylerin birbirlerinden başka olmaları, örneğin erkekle dişi arasındaki farklılık ve erdişilerin varlığı, özdeğin bu direncinden ötürüdür. Platon ve Aristoteles’in, temelde aynı olan, bu özdek anlayışları özdeğe şu niteliklerin yakıştırılmasına neden olmuştur: Tamlığa ve yetkinliğe direnen, kaba ,durgun, çirkin ya da biçimsiz, budala ya da zekasız, varlığı yadsıyan, oransız ve olumsuz…Artık bütün ortaçağ boyunca özdeğin nitelikleri bunlar olacaktır.

4. Yeni Çağ: Artık pek eskimiş bulunmakla beraber ortaçağın disel felsefesinden arınmış özgür felsefe çağını dilegetirdiği için bu adla anılan 16, yüzyıl ve sonrası felsefesinde özdek, ruh karşıtıdır ve Descartes tarafından ”uzamlı bir töz” olarak tanımlanmıştır. Descartes, Platon’la başlayan ve Hıristiyan skolastiğince sürdürülen özdek-ruh ikiciliğini ve karşıtlığını bir yeniçağ sistemi haline getirmiştir. Descartes’e göre her ikisinin alanı birbirinden ayrıdır ve birine başvurulmaksızın öbürü incelenebilir. Bununla beraber bu iki alan arasındaki ilişkiler, örneğin özdeksel bedenin susadığı zaman ruhsal yapının acı çekmesi, çözümlenmeden ortada durmaktadır. Descartes bunu çifte saat öğretisiyle açıklamaya çalışmış, nasıl iki saat birbirleriyle hiçbir ilişki kurmadan ve birbirlerini etkilemeden aynı zamanı gösteriyorlarsa bedenle ruh da öylece aynı tepkiyi gösterebileceklerini ileri sürmüştür. Fransız düşünürü Descartes’in damgasını vurduğu bu ikicilik, yeniçağda, bir yandan ruhçuluğu geliştirirken öbür yandan özdekçiliğin gelişmesine yol açmıştır.

Demokritos atomculuğu, bu çağda, Gassendi tarafından yeniden ele alınmış ve işlenmiştir. Canlı özdekle cansız özdek ayrımı yavaş yavaş ortadan kalkmaya ve bunların tek ve aynı şey olduğu anlaşılmaya başlamıştır. bununla beraber Alman düşünürü Leibniz, Gessendi’nin özdeksel atomlarının yerine, ‘Monad’ adını verdiği ruhsal atomları koymaktadır. Leibniz’e göre eğer biz nesneleri açık ve duru bir biçimde algılayabilseydik özdek diye bir şeyin var olmadığını anlayabilirdik. Leibniz’e göre özdek, monadların karışık ve bulanık görünüşlerinden başka bir şey değildir. ne var ki Leibniz bir başka yandan da soyut ve edilgin saydığı ilk özdek’le somut ve etkin saydığı ikinci özdek’leri birbirinden ayırmaktadır.

Alman düşünürü Kant’a göre özdek, uzayı dolduran bir devingendir. Olayların her türlü değişiklikleri sırasında o, değişmez ve bağımsız olarak kalır. Onun niteliği doğada ne azalır, ne de çoğalır. Kant bu savını pekiştirmek için ”yanan odunun ağırlığından külün ağırlığını çıkarmakla dumanın ağırlığının elde edileceğini” söylemektedir (Knat, Das Kritik der reinen Vernunft, s. 175-7). Görüldüğü gibi Kant da, o çağın birçok bilginleri ve düşünürleri gibi, özdek kavramıyla kimyasal nitelikleri bilinen 92 elementin atomlarını anlıyordu.

O çağın ünlü fizik bilgini Newton da özdeği şöyle tanımlamaktadır: ”Tanrı özdeği yaratırken katı, dolu, sert ve devingen, içine girilmez parçacıklardan meydana getirmiştir. Bu parçacıklar o kadar serttir ki ne aşınır, ne kırılır”.

5. Metafizik: Metafizik dünya görüşü özdeği kütlesi olan, devimsiz ve eylemsiz, durgun ve değişmez, her uzay ve her zamanda aynı kalan bir töz olarak ele almış ve onun böyle olduğundan kuşkulandığı her zaman da onu yok saymıştır. Varlıkları oluşlarının dışında soyut ve donmuş olarak görmek, metafizik düşünce sisteminin özelliğidir. Bu anlayışa göre bir varlık, eğer varsa, kendisiyle özdeş olmalı, eş deyişle her zaman ve her uzayda kendisiyle aynı kalmalıdır. Metafizikçi bir bir fizikçi olan H. Poincare 1902 yılında yayımladığı ‘Bilim ve Varsayım’ adlı yapıtında bu metafizik savı şöyle dile getirir: ” Kütlenin kendiliğinden değiştiği gösterilecek olursa özdek yoktur demektir”. çağımızda yaşayan metafizikçiler bile bu kanıdadır. Örneğin İtalyan metafizikçisi Benetto Croce (1866-1952) Estetik adlı yapıtında şöyle der: ”Özdek mekanizmdir, pasifliktir, eylemsizliktir”.

Özdek denen bir nesnenin var olmadığını ileri süren ünlü İngiliz özdeksizcisi (idealisti) Berkeley de şöyle der: ”Hele bir kez özdeğe evet densin, tanrının özdek olmadığını kimse kanıtlayamaz”(Common Place Book, .34). Berkeley’e göre evrende özdek olması demek, tanrının olmaması demektir, özdek bu yüzden yoktur, çünkü tanrı vardır ve evrenin düzenini açıklayabilmek için de mutlaka var olmalıdır. Tasarımları algılama ediminden soyutlamışız, sonra da tasarımların biz onları algılamasak da var oluşlarını düşünmüşüz, ”bir tasarımla tasarımın algısını ayırt etmek, özdeksel tözleri varsaymanın başlıca nedenidir”(İbid, s. 308)

Metafizik düşünce sistemine bağlı ve diyalektik düşünce sistemini bir türlü kavrayamamış olan çağdaş görgücü Bertrand Russell da The Problems of Philosophy adlı yapıtında Berkeley’in bu görüşünü şöyle yorumlamaktadır: ”Her günkü anlamında özdek’le zihne karşı olan, uzamda yer kaplayan ve bilince yetenekli olmayan bir şeyi söylemek isteriz. İşte Berkeley özdeği başlıca bu anlamda yadsır. Yadsıdığı nokta, masanın zihinsel olmayan tasarımları olmasıdır. Masanın, bizim görmemizden bağımsız olmakla birlikte, görmekten bağımsız olamayacağını ileri sürer. Böylece gerçek masanın tanrının zihninde bir tasarım olduğu sonucuna varır” (İbid, s.13-4) (? N.) Nitekim Berkeley de bunu böylece dile getirir: ”Benim tarafımdan gerçekte algılanmadıkları ya da başka yaratılmış bir ruhun zihninde var olmadıkları sürece tasarımların ya hiç var olmamaları ya da öncesiz sonrasız bir ruhun zihninde var olmaları gerekir” (Principles, paragraf 6). Günümüzde de sürüpgitmekte olan metafizik anlayış ufak tefek ayrımlarla bu kanıdadır. Diyalektik olmayan mekanik materyalizm de düştüğü zorunlu yanılgılarla bu kanıyı desteklemiştir.

Mekanik materyalizm, enerjetik ve elektronik yeni teoriler karşısında; kitle, süredurum, sokuşmazlık vb. gibi özgüllüklerle tanımlanan özdeği zorunlu olarak savunamaz bir duruma düşmüştür. Avenarius, mach vb. gibi fizikçi metafizikçiler bu durumdan yararlanmışlar ve özdeğin duyumlarımız dışında var olmadığını ileri sürmüşlerdir ki bu sav, temelde Berkeley’in savıdır. H. Poincare, Bilimin Değeri adlı yapıtında (s. 19) şöyle der: ” Onu gören ve duyan ustan bağımsız bir gerçeklik, olanaksızdır”. Avenarius de şöyle der: ”var olan tek şey duyumdur”. İngiliz fizikçisi Karl Pearson şöyle der:”Gerçek nesneler duyusal algılardır”. Fransız P. Duhem şöyle der:”Eşya, duyum gruplarından ibarettir”. Avusturya’lı fizikçi-matematikçi Ernst Mach şöyle der:”Herhangi bir fiziksel öğeyi duyumlarla, eş deyişle ruhsal öğelerle inşa etmekte hiçbir güçlük bulunmadığı halde bir ruhsal durumun modern fizikte kullanılan öğeler yardımıyla, eşdeyişle kitleler ve devimlerle meydana getirilebileceğini tasarımlamak kesin olarak olanaksızdır”. ”Duyumları meydana getiren cisimler değil, cisimleri meydana getiren duyumlardır”.

Fransız diyalektikçisi Politzer Felsefenin İlkeleri adlı yapıtında bu gibi savları şöyle karşılar: ”Otobüsün düşünce ya da duyum olduğunu söyleyenler, onun altında kalmamak için karşıki kaldırıma seyirtirken, otobüsün özdeksel yapısını çok iyi bilirler”.

6. Diyalektik: özdek, bilinçten bağımsız olarak var olan ve duyumlarla algılanarak bilinçte yansıyan tüm nesnel gerçekliği dile getiren felsefesel bir kavramdır. Eytişimsel özdekçiliğin bu tanımı, metafiziğin ve diyalektik olmayan fiziğin yanlış tanımlarından doğan bütün yanılgıları ve bu yanılgılardan doğan duraksamaları ortadan kaldırmış, özdek anlayışına büyük bir açıklık getirmiştir.

İlkin sonsuz çeşitlilikteki somut biçimler dışında değişmez bir töz olarak tasarımlanan özdek anlayışı temelinden yıkılmıştır. Özdek somut biçimler halinde var olur ve çeşitliliği sonsuzdur. Bu somut biçimler dışında temel töz olan bir özdek yoktur. Bu anlayış özellikle metafiziğin bütün yanılgılarının temel nedeni olan yanlış bir anlayıştır. Somut biçimlerin dışında özdek aramak; elma, armut, kiraz vb.’larının dışında meyveyi aramaya benzer.

İkinci olarak, fizik bulguların ve özellikle Einstein’ın bütün açıklığıyla gösterdiği gibi, özdek, devim ve uzay-zamandan ayrılamaz. Devimsiz ve zaman-uzaysız bir özdek tasarımlamak yanlıştır. Özdek, kendiliğinden devingen ve gelişkendir. Bundan ötürüdür ki değişmez özdek, eş deyişle devingen olmayan özdek tasarımı da yanlıştır.

Üçüncü olarak, özdeği, somut formlarının nitelikleri ve özellikleriyle aynılaştırmak yanlıştır. Çünkü bu somut formlar sonsuzca değişirler ve sonsuz çeşitliliktedirler. Bundan ötürüdür ki özdeğin somut biçimleri değil, bizzat kendisini felsefesel bir kategori olarak tanımlamak gerekir. Somut biçimlerdeki özellikler ve nitelikler, bilimin özgül bölümlerinin konusudur. Bu özellikleri ve nitelikleri özdeğin kavramsal yapısıyla aynılaştırmak, eş deyişle özdeği bu özelliklere ve niteliklere indirgemek birçok yanılgıların başlıca nedeni olmuştur. nasıl ki meyve karpuzda kırmızı, kavunda sarı, üzümde tatlı, limonda ekşidir; meyvenin sonsuz çeşitlilikteki somut biçimlerinin özellikleri, bizzat meyvenin özellikleri değildir. öyleyse özdek de sonsuz çeşitlilikteki somut biçimlerinde değişik ve sonsuz çeşitlilikte özellikler ve nitelikler gösterir.

Eytişimsel özdekçilikten önceki özdekçilik, özdek deyiminden, fiziksel cisimleri ve bunları meydana getiren atomsal parçacıkları anlıyordu. Bu anlayış, eksik bir anlayıştı. Özdek, sadece cisimleri meydana getiren küçük parçacıklar değil, bütün kozmik evren, nebülozlar, gezegenler, radyasyonlar, elektromanyetik ve nükleer alanlardır. Özdeğin yapısı son derece karmaşık, birbirine dönüşebilen, kesiksiz ve süreklidir. Pozitron ve elektron gibi zerrelerin yok olarak ışık kuantaları, fotonlar meydana getirdiğine bakıp ”özdek yok oluyor” kuşkusuna kapılanlar bu ışık kuantalarıyla fotonların yeniden pozitron ve elektronlara dönüştüğünü görünce şaşırmışlardır. Gerçekte pozitron ve elektronların fotonlara dönüşmesi, özdeğin yok olması değil, bir durumdan başka bir duruma geçmesidir. Özdek ne yaratılabilir ne de yok edilebilir, ne var ki sürekli olarak değişir ve bir halden başka bir hale geçer.

Evren bu sürekli ve sonsuz değişimin tarihsel süreci içinde gerçekleşmiştir. İnsansal varlığın meydana gelmesiyle özdek, özel bir örgenleşmeyle ‘bilinç’ adı verilen yeni bir özelliğini meydana koymuştur. Bilinç, özdeğin bir özelliğidir. Bundan ötürüdür ki bilinci özdekle aynılaştırmak kadar, aralarındaki bağlantıyı kopararak ayrılaştırmak da yanlıştır. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki elma da bir ağacın ürünü olduğu halde yediğimiz ağaç değil, elmadır. Nitekim bilinç de yığınlara işleyen bir kuram biçiminde oluşarak özdeksel bir güç haline gelir, toplumu etkiler ve değiştirir. Bu etki ve değişiklik; yeni üretim ve tüketim araçları, binalar, makineler, kimyasal ürünler vb. gibi özdeksel nesneleri meydana getirir. Bu özdeksel nesneler, insan bilincinin ürünüdürler. Bu ürünler, bir karşılıklı etki sürecinde, bilinci etkileyerek yeni kuramlara ve yeni dönüşümlere ve sonuç olarak yeni özdeksel ürünlere yol açarlar. Bu süreç sonsuzdur. Özdeksel nesnelerin sayısı, özellikleri vb. böylelikle gittikçe artarak gelişir. Bu yüzdendir ki ünlü bir diyalektikçi ”insan bilinci nesnel dünyayı sadece yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda yaratır da” demiştir.

Devim özdeğin varlık biçimidir. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde devimsiz özdek olamayacağı gibi, Einstein’ın bütün açıklığıyla gösterdiği gibi, hiçbir zaman ve hiçbir yerde özdeksiz devim de olamaz. Bu devim süreci de, eytişimsel özdekçilikten önceki özdekçilikte yer değiştirmeden ibaret olarak mekanik bir devim sanılmıştı. Oysa devim, sadece mekanik olan bir devim biçimini değil, sonsuz değişim ve dönüşümlerin tümünü dile getirir. Özdeğin sonsuzluğuna ve çeşitliliğine onun deviminin sonsuzluğu ve çeşitliliği eşdüşer. Özdeğin kendisi gibi devimi de sonsuzdur. Cisimsel sayılan özdeğe nasıl radyasyonlar ve elektromanyetik alanlar gibi yeni somut biçimler eklenmişse yer değiştirmekten ibaret olan mekanik devim biçimine de entranükleer dönüşümler gibi yeni karmaşık devim süreçleri eklenmiştir. Evrensel yaşamın sonsuz sürecinde sonsuz sayıda daha birçok yeni biçimler de eklenecektir. Bu bir kehanet değil, evrensel oluşumun günümüze kadar olagelmiş gelişme sürecinin tanıtladığı bir gerçektir. Özdeğin ve devimin çeşitli biçimleri birbirleriyle bağıntılıdır, birbirlerine dönüşebilir. Örneğin termik süreçler kimyasal süreçlerle, kimyasal süreçler ışıksal süreçlere, ışıksal süreçler fiziksel süreçlere dönüşür.

Özdeğin devim biçimleri genellikle örgensel olmayan evren (inorganik alem), örgensel evren (organik alem) ve toplum olmak üzere üç ana biçimde sınıflandırılır. Bu üç ana biçimin her biri pek çok devim biçimini kapsar. Bu biçimler özgüldür ve her özgül biçim kendi yapısıyla belirlenen ayrı yasalara bağlıdır. Bununla beraber bu özgül biçimler ve yasalar arasında da bağımlılık, birlik ve karşılıklı etki ilişkisi vardır. Her gelişmiş biçim daha basit bir biçimin temeli üstünde yükselir, ama asla o temele indirgenemez. Üst olanı alt olana indirgemek, idealizmin ve metafiziğin büyük yanılgılarından biridir. Cisimsel dönüşümler, bitkisel ve hayvansal, dönüşümler, toplumsal dönüşümler özdeksel devimin üç ana biçiminin kolaylıkla seçilebilecek en belirgin örnekleridir. Özdeğin ve devimin tarihsel gelişmesine, en yalınç biçimlerden en karmaşık biçimlere kadar, egemen olan yasalar, eş deyişle insan bilincinden bağımsız ve insan için de zorunlu belirleyiciler vardır. bu yüzdendir ki çağımızın büyük fizikçisi Einstein ”algılayıcı insana karşı bağımsız olan bir dış dünyanın varlığı, bütün bilimlerin temelidir” demiştir. Sanki ondan ayrı bir nesneymiş gibi ‘özdek’ e karşı çıkarılan ‘erke (enerji)’ anlayışı da Einstein’ın ünlü bulgularıyla temelinden yıkılmıştır. Eskiden özdek durgun ve kütle denilen özelliğiyle elle tutulur bir nesne, erkeyse kütlesiz ve gözle görülmez bir özdek-karşıtı olarak bilinirdi. Einstein erkenin de bir kütlesi olduğunu, kütle denilen özelliğin yoğunlaşmış erkeden başka bir şey olmadığını ve özdekle erkenin aynı şey olduğunu tanıtladı. Einstein’ın deyimiyle :” Devimli bir cismin kütlesi devimiyle birlikte arttığına ve devim bir enerji biçimi (kinetik enerji) olduğuna göre devimli bir cismin kütle artışı o cismin artan enerjisinden gelir. Açıkçası, enerjinin kütlesi vardır”. ünlü (E=MC²) formülü, herhangi bir özdek parçasında bulunan erkenin, o cismin kütlesinin ışık hızının karesiyle çarpımına eşit olduğunu fizik diliyle anlatır (Bu formülde E erke, M kütle ve C ışık hızını simgeler) Amerikalı fizikçi Lincoln Barnett şöyle demektedir: ” Bu formül, fiziğin uzun zamandır çözümlenemeyen birçok bilmecelerine karşılık vermiştir. Kimi zaman bir parçacıklar topluluğu, kimi zaman da bir dalgalar karşılaşması gibi görünen özdek, böylelikle daha iyi anlaşılmaktadır. Özdek ve elektrik birimi olarak elektronun ikili niteliği, dalga elektronu, foton, özdek dalgaları, olasılık dalgaları, bütün bunlar artık çelişik görünmemektedir. Çünkü bütün bu kavramlar aynı temel gerçeğin çeşitli belirtilerini anlatmaktadırlar. Özdek kütlesini atar ve ışık hızında yol alırsa buna radyasyon ya da enerji diyoruz. Bunun tersine, enerji donarsa ve ayrı bir biçim alırsa ona özdek diyoruz. İnsanoğlu, 16 Haziran 1954’ten bu yana birini öbürüne dönüştürmeyi başarmıştır. O gece, Yeni Meksika’da, insanoğlu ilk kez önemli ölçüde özdeği enerji dediğimiz ışık, ısı, ses ve devime dönüştürmüştür”. Einstein’ın bütün dünya fizikçilerince kabul edilmiş bulgularına göre özdek, bağımsız zaman ve bağımsız uzay içine yerleşmiş katı ve değişmez bir yapı değil, tersine, sonsuz değişme ve dönüşme sürecinde kesin bir yapısı olmayan, plastik ve değişken, sonsuz sürekli bir yapıdır. Evren, özdeksel bir bütünlük olarak, bütün ayrımlarını yitirmiştir. Ünlü bir fizikçinin dediği gibi, bütün ayrımlar ”Einstein’ın evren olarak belirttiği dört boyutlu süreklilikte eriyip gitmişlerdir”. Özdeğin tanımındaki bütün yanılgılar ve duraksamalar, özdeksel tarihin belli bir anında göz önüne alınan belli bir biçimin kesin ve saltık (mutlak) sayılmasından doğmuştur. Kesin ve saltık sayma, metafizik düşünme yönteminin tipik bir özelliğidir ve büyük yanılgılara yol açar. Oysa çağdaş fizik diyalektik düşünme yöntemine uygun olarak, özdeği, içlerinde hiçbir şey değişmeyen bir atomlar bütünü olarak değil, içlerinde değişik güçler ve gerilimler bulunan erkesel alanlar olarak görmektedir. ”Özdek nosyonunun kabulü veya reddi insan için duygu organlarının tanıklığına güvenme sorunudur, bilginin kaynakları sorunudur. Ve bu sorun, soytarılar tarafından bin bir kılığa sokulsa bile, hiçbir suretle eskimiş olamaz; tıpkı görmenin, dokunmanın, işitmenin, koklamanın insansal bilginin asıl kaynağı olup olmadığı sorunu gibi. Duyumlarımızı dış dünyanın imajları olarak görmek, nesnel gerçekliği kabul etmek ya da özdekçi bilgi kuramından yana olmak, bütün bunlar aynı şeydir”. Feuerbach şöyle demişti:”Benim duyumum özneldir, ama onun temeli ya da nedeni nesneldir” işte bu nesnellik özdektir. Franck, Felsefesel Bilimler Sözlüğü (Paris, 1874)’nde şöyle der:” Nesnel duyumculuk özdekçilikten başka bir şey değildir”. Schwegler de Felsefe Tarihi’inde şöyle der:”Duyumculuk, gerçeğin ya da varlığın duyuların aracılığıyla bilinebileceğini ileri sürdükten sonra artık bu yargıyı nesnel bir biçimde formülleştirmekten başka yapacak bir iş kalmamıştır ve böylelikle şu özdekçi teze ulaşılmıştır: Yalnız algılanan şey vardır, var olan yalnız özdeksel olandır”.

Özdek’in en bilimsel tanımı, eytişimsel özdekçi öğreti tarafından yapılmıştır:”Bilinçten bağımsız olarak var olan ve bilinçle yansıyan nesnel gerçekliği belirten felsefesel kavram”. Bu tanımla, şu çok önemli gerçekler vurgulanmış olmaktadır: özdeğin felsefesel tanımıyla sonsuz çeşitlilikteki fiziksel yapı tanımlarını özdeşleştirmek büyük yanılgılar doğurur; çünkü felsefesel tanım değişmediği halde fiziksel yapı tanımları bilimin her yeni bulgusuyla sonsuzca değişir ve değişecektir. Özdeğin felsefesel tanımıyla özdeğin sonsuz çeşitlilikteki somut biçimlerini (örneğin töz, alan vb.) ve özdeğin sonsuz çeşitlilikteki özelliklerini (örneğin kütle, erke vb.) özdeşleştirmek de, aynı nedenden ötürü büyük yanılgılar doğurur. Özdeğin sonsuz çeşitlilikteki somut biçimleri ve özellikleri olduğunu ve bunların sonsuz çeşitlilikte karşılıklı etkilerle belirdiğini bilmek, özdeği bilmektir. İdealizmin ve metafiziğin yaptığı gibi kendinde özdeği aramak yanlıştır ve boşunadır, çünkü böyle bir şey yoktur.

Somut özdeklerin erkeye dönüşümüyle özdek yok olup gitmiş değildir., sadece fiziksel içeriğini değiştirmiştir ve bilimin her ilerleyişinde de değiştirmekte devam edecektir, çünkü bilgilenme süreci kendi nesnesinde sonsuzdur ve bitimsizdir. Çağdaş bir fizikçi şöyle der:”Elektromanyetik alan özdeksel midir? Elbette. Etkileşir, erke taşır, kütlesi vardır. elektromanyetik alan oluşturan her cisim, bu süreç içerisinde, kütlesinin ve erkesinin bir bölümünü harcar”. Çağdaş fizik, özdek’in yedi temel durumunu saptamıştır: katı, sıvı, gaz, plazma, elektromanyetik alan, gravitasyonal alan, nükleer alan. Özdeğin bu yedi temel durumuna doğanın yedi temel öğesi deniyor. Gözlenebilir evrenin sonsuz çeşitliliği bu yedi temel öğenin karşılıklı düzenlenim (Combination) ve etkileşimlerine (İnteraction) bağlıdır. Felsefesel özdek kavramı, özdeğin bu yedi temel somut durumunu kapsadığı gibi, bundan çok daha ötesini, ilerde bulunacak olan sonsuz çeşitlilikteki tüm durumlarını da kapsamaktadır. Çünkü ”Özdek, bize, duyumlarımızla iletilen nesnel gerçekliktir”. Nesnel gerçeklikse sonsuz ve bitimsizdir; bilgimizi, sonsuzca ve tükenmeksizin yenileyecektir.
 
Üst
Alt