Osmanlıca:
Osmanlıca Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. Asrın sonlarından 20. Asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Dört asırdan fazla bir ömrü olan Osmanlıca, kuşkusuz hep ayni kalmamış, baştan ve sondan geçiş devirlerinde ve ortada, hudutları kesin olarak çizilemeyen birbirine geçmiş çeşitli iç merhâleleri olmuştur. Fakat iç ve dış bakımından esas vasıfları itibariyle Osmanlıca ismi altında bu ismin çok iyi ifade ettiği bir bütünlük gösterir.
Türkçe bakımından, Osmanlıca'da aşağı yukarı mühim hiçbir değişiklik olmamış, Eski Anadolu Türkçe'sinden sonra bu güne kadar Türkçe'nin belli başlı şekilleri nerdeyse hep ayni kalmıştır. Yani gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe'si arasında belirli bir ayrılık yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkçe bakımından ama bu son iki devre ile Eski Anadolu Türkçe'si arasında belirli ayrılıklar vardır.
Osmanlıca ile Türkiye Türkçe'si arasında çok küçük şekil farklarına rastlansa bile bunlar zaman ayrılıklarına dayanan basit değişikliklerden diğer bir şey sayılmamalıdırlar. Eski Anadolu Türkçe'si, Batı Türkçesinin eski gramer şekillerini, Osmanlıca ile Türkiye Türkçe'si ise Batı Türkçesinin yeni gramer şekillerini ihtiva eden devrelerdir. Yani, gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında bir devre farkı yoktur.
Devrelerin birbirine geçişi keskin çizgilerle ayrılamayacağı için eski Anadolu Türkçe'si ile Osmanlıca arasında da uzun bir geçiş safhası olmuştur. Osmanlıca'nın başlangıcını teşkil eden ve 15. Asrın ikinci yarısı ile 16. Asrın ilk yarısını içerisine alan devirde eski gramer şekilleri, yerlerini henüz bütünüyle yeni şekillere bırakmış değillerdi.
Bu eski şekillerden bazıları Osmanlıca'nın içinde sonraki zamanlarda da kendini muhafaza etmiş, bunlardan klişeleşmiş olarak Türkiye Türkçe'sine geçenler bile olmuştur. Bazı yeni şekiller ise oluşunu ancak Osmanlıca içinde tamamlamış ya da kullanış sahasına bu devirde çıkmıştır. İşte geçiş devrindeki normal gelişmeler, ondan sonraki küçük sızıntılar ve bazı yeni şekillerin ortaya çıkışı dışında, Osmanlıca'ya Türkçe bakımından başından beri bir durgunluk hâkim olmuş, 16. Asırdan bu güne kadar Türkçe gramer şekilleri bakımından belirli hiçbir gelişme kaydetmemiştir.
Osmanlıca'yı batı Türkçe'si içinde bilhassa Türkiye Türkçe'sinden farklı bir devre hâlinde tutan şey onun dış yapısıdır. İç yapı, yani Türkçe bakımından yalnız Eski Anadolu Türkçe'sinden farklı bulunan Osmanlıca, dış yapı, yani yabancı unsurlar bakımından Eski Anadolu Türkçe'sinden de, Türkiye Türkçe'sinden de çok büyük farklarla ayrılan bir devre manzarası gösterir. Bu devre Türkçe'nin yabancı unsurlar tarafından tam mânâsiyle istilâ edildiği, Türkçe'yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine kadar sardığı devredir.
Osmanlıca devrinde Türkçe'yi saran bu Arapça ve Farsça unsurlar, sayısız Arapça ve Farsça kelime ve terkipler olup esas itibariyle isim sahası içinde kalmıştır. Fakat bu sahada o kadar ileri gidilmiştir ki bütün isim cinsinden kelimeler ve cümle içinde isim muamelesi gören bütün kelime gurupları Arapça ve Farsça kelimelere ve terkiplere boğulmuştur. Bu müthiş istilâdan fiil kökleri bile yakasını kurtaramamış, Türkçe'nin basit fiil kökleri yerine Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçe yardımcı fiillerden yapılmış birleşik fiiller kullanılarak Türkçe, bugün de yaşayan sayısız yabancı köklü birleşik fiil ile dolmuştur.
Fiil dışında kalan isim cinsinden bütün kelimeler ve isim muamelesi gören kelime gurupları sahasını bu şekilde Arapça ve Farsça kelimelere, sıfat ve izafet terkiplerine kaptıran yazı dilinde umumiyetle Türkçe olarak isim ve fiil çekimi ile cümle yapısı kalmıştır. Fakat cümle yapısı da, Türkçe kalmakla birlikte, ağır darbeler yemekten kendini kurtaramamış, pek çok defa esas bünyesi yıkılarak bozuk bir kelime yığınından ibaret olmuştur. Hülâsa, Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça ve Farsça'dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve oldukça sun'î bir dil manzarası göstermiştir.
Osmanlıcanın Devreleri
Yabancı unsurların durumu bakımından Osmanlıca içinde üç devre vardır. Osmanlıca'nın 15. Asrın sonu ile 16. Asrın çok büyük bir kısmını içerisine alan ilk devresi Eski Anadolu Türkçe'sinde yazı diline sokulmağa başlayan Arapça ve Farsça unsurların Türkçe'yi istilâ işinin çok sür'atlendiği devredir. Bu devre, Osmanlıların İstanbul'a yerleşmesinden sonra kurulmuş olan saray hayatı ile başlamış, bu saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür yaşamının Arap ve Fars kültür ve edebiyatının nüfuzu altına girmesi Türk yazı diline bambaşka bir istikamet vermiştir.
Bu devrede Türkçe Eski Anadolu devresindeki duruluğunu kaybetmiş, yabancı unsurların kesafeti iyiden iyiye artmıştır. Fakat daha sonraki asırlara göre henüz nisbî bir sadelik göze çarpar gibidir. Yabancı kelime ve terkiplerin sayısı ve çeşitleri çok artmakla birlikte terkip zincirleri henüz son haddine varmış değildir. Fakat iyice karışık dil yolunda çok sür'atli bir gidiş, çok kesif bir hazırlık vardır. Öyle ki devrenin sonu, yani 16. Asrın sonları artık koyu Osmanlıca'nın tam bir başlangıcı hâline gelmiştir. Böylelikle ilk devir sona ermiş ve Osmanlıca'nın yeni bir devri gelip çatmıştır.
Bu devre Osmanlıca'nın ikinci devresi olup 16. Asrın sonundan 19. Asrın ortalarına kadar süren devredir ki belli başlı 16. Asrın sonu ile 17. Ve 18. Asırları içerisine alır. Bu devrede karışık dil, koyuluğunun son haddine varmış, yapısı güç halle Türkçe'ye benzeyen yazı dilinde Arapça ve Farsça unsurlar arasında Türkçe unsurlar âdeta görünmez olmuştur. Osmanlıca bu şekilde Türkçelikten çıkmış bir hâle geldikten sonra nihayet üçüzlü sun'î dilin en yüksek noktasından aşağıya doğru dönmeğe başlamış ve üçüncü devresine girmiştir.
Osmanlıca'nın ayni zamanda son devresi olan bu üçüncü devre, 19. Asrın ortalarından başlayıp 20. Asrın başlarına kadar gelen, yani Tanzimattan 1908 meşrutiyetine kadar olan devri içerisine alır. Bu devrenin son örnekleri 1908'den sonra da Cumhuriyete kadar, sür'atle ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında, gittikçe zayıflayarak bir nıüddet daha devam etmiştir. Bu üçüncü devre karışık dilin koyuluğunu ağır ağır kaybettiği devredir. Osmanlıca bu devirde ara sıra çok sun'î bir koyuluk göstermekle birlikte umumî olarak bir çözülme yoluna girmiş durumdadır. Bu çözülme nihayet 20. Asrın başlarında tamamlanmış olarak Osmanlıca'nın hayatı sona ermiş ve Türkiye Türkçe'sine geçilmiştir.
Osmanlıca'nın bu son devrini eskisinden ayıran mühim bir fark da batıdan gelen yeni mefhumlar dolayısı ile yeni yeni Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin yazı diline sokulması ve uydurulmasıdır. Bu hususta kimi zaman çok sun'î hareketler olmuş, lügat kitaplarına bakarak yazı yazanlar bile çıkmıştır. Fakat umumiyetle terkipsiz Türkçe'ye gidiş temayülleri artmıştır. Eski devirde de koyu Osmanlıca'nın yanında görülen bir hayli sade dil örnekleri bu son devrede umumî yazı dilinin beraberinde sayılarını çok arttırmışlardır.
Bu devrenin sonları ise Türkçe'nin aydınlığa çıkışının açık müjdeleri ile doludur. Öyle ki bu devir eserlerinin bir eli Osmanlıca'da, bir eli Türkiye Türkçe'sindedir. Değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı, daha doğrusu meyvelerini vermiş olduğu için, artık dili kimi zaman Osmanlıca, kimi zaman Türkiye Türkçe'si, ya da önce Osmanlıca, sonra Türkiye Türkçe'si olan şahıslar görülür. Hülâsa Osmanlıca'nın sonlarında yazı dili yabancı unsurlar ve terkiplerden sür'atle temizlenmiş, bu şekilde 20. Asrın başlarında terkipli karışık dil tarihe karışarak yerini Türkiye Türkçe'sine bırakmıştır.
Nazım Dili, Nesir Dili
Osmanlıca'nın, kendi bünyesinde yukarda görmüş olduğumuz şekilde üç devreye ayrılan uzun tarihi boyunca, nazım ve nesir sahasındaki görünüşü birbirinden farklı olmuştur. Bu fark, bir yabancı unsurlar, bir de cümle yapısı bakımından nazım ve nesir dili arasında görülen ayrılıktır. Şiirin, bilhassa divan şiirinin muhteva ve şekil bakımından muayyen Ölçülere bağlı bulunması nazım diline de tesir etmiş ve Osmanlıca'da umumiyetle tek bir çeşit nazım dili oluşmuştur.
Buna karşılık Osmanlıca içinde ilmi ve didaktik eserlerde ayrı edebi eserlerde değişik bir nesir dili kullanılmıştır. Ilmî nesir dili bir dereceye kadar sade ve kolay bir dil, edebî nesir dili ise çok aşırı ve sun'î bir biçimde yabancı unsurlarla dolu, secili ve kelime gurubu silsilelerinden örülmüş bir dildi. Bu iki çeşit nesir dili Osmanlıca'da her zaman yan yana yürümüştür. Burada şu noktayı belirtelim ki adî nesirde edebî nesre göre bir sadelik ve basitlik vardı, yoksa umumî olarak o da yabancı unsurlarla dolu karışık bir dil, bir Osmanlıca idi. İşte umumiyetle bir çeşit olan nazım dili ile iki çeşit olan nesir dili yabancı unsurlar ve cümle yapısı bakımından Osmanlıca içinde ayrı bir durumda bulunmuşlardır.
Yabancı unsurlar bakımından Osmanlıca'nın ilk devresinde nazım ve nesir dili aşağı yukarı birbirine yakındır. Yabancı unsurlar her ikisinde de çoğalmıştır. Daha çok nazım dilinde görülen terkipler, eski basitliğini muhafaza etmekle birlikte bu devirde henüz fazla zincirleme hâlinde değildir. Umumiyetle nesir dili, nazım diline göre daha sade bir durumdadır. Fakat nazım dili pek değişmediği hâlde nesir dili gittikçe ağırlaşmaktadır devrenin sonlarında bu gidiş hızlanmış ve nesir dili nazım diline göre çok ağır bir dil hâline gelmiştir.
Osmanlıca'nın en koyu devri olan ikinci yarıda ise bu koyuluk hem nazımda, hem nesirde görülür. Fakat nesirde çok aşırı bir durumdadır. Nazım dili ise eskiye göre o kadar ağırlaşmamış ve nesir dilinin yanında bir hayli sade kalmıştır. Nazım dilinde eski basit terkipler yerini üçüzlü. Dördüzlü ve daha geniş zincirleme terkiplere bırakmış nesirde ise ağırlık ve koyuluk içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş, bilhassa edebî nesir Türkçe olmaktan büsbütün çıkmıştır. Üçüncü devrede ise nazım ve nesir dili birbirine yine yakındır ve her ikisinde de nisbî bir sadeliğe gidiş vardır.
Bu gidiş devre boyunca nesirde daha süratli olmuş, nazımda ise, koyu Osmanlıca devrinde divan şiirinde de tek tük olarak görülebilen sade örnekler gittikçe artmakla birlikte, bol yabancı unsurlu ve terkipli dilden kurtulmak daha güç olmuştur Devre tamamlandıktan sonra sonra da Osmanlıca'nın Türkiye Türkçe'si içerisine taşmaları daha çok nazım dilinde olmuş ve daha sonra tarihî hatıra olarak verilen tek tük Osmanlıca örnekler de hep nazım sahasında kalmıştır. Bu arada Türkçe'nin yakasını en geç bırakan eski dilin resmî muhaberede ve mevzuatta kullanılacak olan köhne nesir dili olduğunu da unutmamak lâzımdır. Türkçe bugün bile yakasını bu kırtasiye dilinden bütünüyle kurtaramamıştır. Fakat bu, adî nesrin her devirde ağır olan çok hususî bir koludur ve umumî nesir diline ayak uyduramamasının fazla bir kıymeti yoktur.
Osmanlıcanın nazım ve nesir dili asıl, yabancı unsurlar bakımından değil, cümle yapısı bakımından birbirinden çok ayrı bir durumdadır. Divan şiirinde mânânın bir beyitte tamamlanması, bir beyit dışına taşmaması kaidesi Türk cümlesinin yapısı için çok hayırlı olmuştur. Zira mânânın bir beyitle tamamlanması demek, bir beytin hiç değil ise bir cümle olması, bir cümlenin en çok bir beyit uzunluğunda bulunması demektir. Gerçekten divan şiirinde her beyit en çok bir cümleden, pek çok defa da birden çok cümleden müteşekkil olmuştur.
Bu suretle Osmanlı şiirinde cümleler her zaman kısa, unsurları sade ve yerli yerinde Türk cümleleri olarak kalmış, nazım dilinde Türkçe cümle yapısı Türkçe'nin bütün tarihi boyunca hiç değişmemiş bulunan normal karakterlerini muhafaza etmiştir.
Osmanlıca'nın bütün tarihi boyunca şiirde Türk cümlesi karşımıza her zaman sağlam olarak çıkar. Buna karşılık Osmanlı nesrinde Türk cümlesi tam bir perişanlık içindedir. Bu bakımdan nazım dilinin her zaman Türkçe kalabilmiş olmasına karşılık nesir dili çok az Türkçe olabilmiştir Çünkü nesirde şiirdeki gibi belirli bir ölçüye sığmak zorunluluğu yoktur. Nesir, cümle unsurlarının tam bir serbestliğe kavuştuğu sahadır. Cümlenin bir bütün teşkil eden yapısını bozmadan o unsurları istenildiği kadar genişletmek mümkündür. İşte cümle unsurlarının nesir dilindeki bu serbestliği Osmanlıca'da tam bir başıboşluk hâline gelmiştir.
Yani, nesir dilindeki serbestlik istismar edilerek, bilhassa gerundium ve edat guruplarında olmak üzere, cümle unsurlarının çerçevesi de, sayısı da gelişigüzel bir biçimde genişletilmiş, bu nedenle uzun uzun cümleler içinde cümle unsurları, aralarında çok defa yanlış bağlar kurulmuş olarak bir araya getirilmiştir. Bu suretle Türk cümlesinin sağlam yapısı Osmanlı nesrinde umumiyetle bozulmuş ve cümleler çok defa çok büyük bir kelime yığınından ibaret kalmıştır. Cümle unsurları genişledikçe, cümle uzadıkça hâkim olmak güçleşir, Cümle büyüyünce hâkimiyeti elden kaçırmamak için dili iyi bilmek, onun kaidelerini iyice hazmetmiş olmak, onun yapısını teşkil eden örgü karşısında tam bir hassasiyete sahip bulunmak lâzımdır. Üç dilli bir dil olan Osmanlıca'da ise yazıcılar maalesef Türkçe'yi incitmeyecek bir nesir diline sahip olamamışlardır.
Bunda Osmanlıca'nın karışık dil olmasının büyük bir rolü vardır. Bu karışık dilin öğretimi sırasında esas emek ve dikkat her zaman Arapça ve Farsça üstünde toplanarak Türkçe ihmal edildiği gibi, yazı yazarken de Arapça ve Farsça terkipler yapmak hevesi Türkçe'ye itina etmeğe vakit bırakmamıştır. Bu hususla, Türkçe'ye çevrilirken cümle unsurları Türk cümlesine uygun bir sıraya konmadan yerli yerinde bırakılan Arapça ve Farsça'dan yapılmış tercümelerin de çok tesiri olduğunu unutmamak lâzımdır. Hülâsa, Osmanlıca'nın nesir sahasında Türkçe, bünyesine aykırı bir yapıya sahip cümlelerle bozuk düzen bir yazı dili manzarası göstermiştir. Bu bozuk düzenliği en çok Osmanlıca'nın ikinci devresinde görüyoruz. Ilk devrede tercüme tesiri çok hissedilmekle birlikte Eski Anadolu Türkçe'sinden devralınan nesir dilinde cümle yapısı bir hayli sağlamdır. Fakat ikinci yarıda bu yapının Türkçe olan tarafı kalmamıştır denilebilir.
Cümle yapısındaki bozukluğun nisbeti ise yabancı unsurların derecesi ile cümle uzunluğuna göre değişik olmuştur. Yabancı unsurları fazla ve cümleleri uzun olan yazılarda bozukluk çok olmuş, bir hayli sade ve kısa cümleli olan yazılarda ise daha az olmuştur, Osmanlıca'nın son devrine gelince, bu devrede nesir dilinin kısa sürece Türkçe cümle yapısına kavuştuğunu görmekteyiz. Tanzimatla birlikte nesirde artık Türk cümlesi sağlam bir yapıya sahip olmuştur.
Bu devir cümleleri, eskisi kadar olmamakla birlikte, yine oldukça uzun olmuşlar, fakat yapılan Türkçe'ye aykırı düşmemiştir, Arada sırada bozuk cümlelere rastlanmakla birlikte umumî olarak nesir dilinde cümle yapısının çok büyük bir selâmetle çıktığı açıkça görülmektedir. Bu devrede nazım dilinde ise cümleler eskisinden daha fazla uzun olmak yoluna girmişlerdir.
Yeni edebiyatla birlikte mânânın bir beyitte tamamlanması zorunluluğu ortadan kalkınca bir cümle icabında bir kaç mısra içerisine yayılmış, bu şekilde bilhassa devrenin sonlarına doğru uzun nazım cümleleri ortaya çıkmıştır. bu şekilde cümlelerde nadir olarak kimi zaman yapı sakatlıkları görülmekle birlikte, Osmanlıca'nın bu son devresinde de, cümleler biraz uzadığı hâlde umumî olarak nazım dilinin cümle yapısı her zamanki gibi sağlam kalmış bu şekilde Osmanlıca'nın ömrü tamamlandığı zaman Türk cümlesi hem nazım dilinde, hem nesir dilinde Türkiye Türkçe'sine sağlam bir yapı ile girmiştir.
Prof.Dr.Muharrem Ergin
Osmanlı Türkçesi Tarihi
Türkçe, tarihte çok geniş bir alanda konuşma ve yazı dili olarak yaşamıştır. Bunun neticesi olarak da Kuzey Türkçesi (Kıpçakça), Doğu Türkçesi (Çağatayca) ve Batı Türkçesi gibi yazı dilleri ortaya çıkmıştır. Batı Türkçesi, Osmanlı Türkçesi ve Azerî Türkçesi diye iki kolda gelişmiştir. Osmanlı Türkçesi, 24 Oğuz boyunun konuştuğu Oğuz şivesine dayanmaktadır.
Osmanlı Türkçesi'ne, ilim adamlarımız tarafından Tarihî Türkiye Türkçesi denilmesine rağmen söyleniş kolaylığı nedeniyle olsa gerek Osmanlıca adı yerleşmiştir. Osmanlıca da kendi arasında kronolojik esasa göre sınıflandırılmıştır:
Osmanlıca-Dönemlere Göre Sınıflandırma
Eski Osmanlıca (Eski Anadolu Türkçesi): 11.Yy.'dan, 15.Yy. Sonuna kadar,
Klasik Osmanlıca: 16.Yy.'dan, 19.Yy.'ın ikinci yarısına kadar,
Yeni Osmanlıca: 19.Yy.'ın ikinci yarısından 20.Yy.'a kadar.
20.Yy.Başlarında gelişen Türkçülük hareketi dilde Türkçülük fikrini doğurmuş ve Modern Türkiye Türkçesi dönemi başlamıştır. 1928 senesinde yapılan Harf İnkılabı ile Latin alfabesinin kullanılmaya başlaması ile Osmanlıca'nın kullanımı son bulmuştur.
Osmanlıca, Arapça ve Farsça'nn belirli ölçü ve kurallar içerisinde Türkçe ile birleşmesinden doğmuş, bu yazı ile verilen eserlerle bir uygarlık yazısı halini almıştır.
Osmanlı Devleti'nin yıkılışının ardından kullanımdan kalkmıştır. Ancak Türk Tarihi'nin son 1000 yılına yakın bir dönemi bu yazı ile yazılmış olduğu için bu yazı araştırmacılar, edebiyatçılar ve tarihçiler tarafından birinci derecede önemli ve bilinmesi mecburi bir dildir.Osmanlıca Hakkında (Yılmaz KURT, Osmanlıca Dersleri 1, Akçağ Yayınevi, 5. Baskı, Ankara 1999, S.1)
Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullanmış olduğu bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlıca, günlük yaşamda konuşulan bir dil olmamıştır. En belirgin özelliği, Türkçe cümle altyapısı üstünde, İslam dünyasının klasik kültür dilleri olan Arapça ve Farsça'yı serbestçe kullanma imkânı tanımasıdır. Günlük dilden farklı ve karmaşık kuralları olan bu dili ustalıkla yazma becerisine inşa adı verilir. Bu beceri uzun bir eğitim süreci ile kazanılırdı.
Osmanlı yazı dili 15. Yüzyıl ortalarında biçimlenmeye başladı ve 16. Yüzyıl başlarında klasik biçimine kavuştu. 19. Yüzyıl ortalarından itibaren gazeteciliğin ve Batı etkisindeki edebiyatın gelişmesi ile hızlı bir evrime uğrayan Osmanlıca, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından kısa bir zaman sonra gerçekleştirmiş olan Harf Devrimi (1928) ve Dil Devrimi (1932-) neticesinde kullanımdan kalktı.
Osmanlıca'nın Beslendiği Kaynaklar
Türkçe yazı diline Arapça ve Farsça sözcüklerin girişi İslamiyetin kabulüyle başlar. Türkiye Türkçesi'nde 13. Yüzyıla ait en eski makalelerde toplam kelime hazinesinin üçte biri ila yarısı Arapça ve Farsça alıntılardan oluşur. Ancak 15. Yüzyıl ortalarına dek kullanılacak olan yazı Türkçesi, günümüz konuşma dilinden yapıca çok uzak değildir. Dönemin şiir ve düzyazı örneklerinden birçoğu, konuşma Türkçesine yakın yapıdadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda orta ve yüksek eğitim sistemi Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) yapılanıp Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde olgunlaştı. Eğitim dili yalnızca Arapça idi. Dolayısıyla bu dili bilmek ve rahatça kullanabildiğini göstermek, eğitimli olmanın gereği sayılırdı. Seçkin bir azınlık, klasik edebiyat dili Farsça'yı da öğreniyordu. Klasik Arap ve Fars literatürünün kaynaklarını tanımak, bu iki dilin gramer ve söz varlığının nüanslarına hakim olmak, kültürlü bir Osmanlı'yı basit halktan ayırdeden özelliklerdi.
Klasik Osmanlı kültürünün önceliklerine enteresan bir örnek, dönemin en popüler Farsça sözlüğü olan Burhan-ı Katı Lugatidir. Farsça temel kelimeleri kısaca geçen bu sözlük, Farsça kelimelerinin en az bilinen anlamlarını, gün yüzü görmemiş nüanslarını, az duyulmuş şiirlerdeki özel kullanımlarını açıklamakla övünmekteydi. [1]
"Osmanlıca" Adlandırma Meselesi
Klasik devirde "Osmanlıca" değişik bir dil olarak algılanmamış, üç dilden (elsine-i selase) oluşan bir karışım olarak görülmüştü. "Türkçe" ise, evde, sokakta ve köyde konuşulan basit dile verilen addı.
Ancak 19. Yüzyılda standart bir yazı dili gereksiniminin belirmesiyle beraber "Osmanlı dili" tartışmaları yoğunlaştı. Bu dilin belkemiğini oluşturan Türkçe'nin güçlendirilmesi ve yazı dilinin Türkçe konuşma diline yaklaştırılmasına ilişkin talepler Şinasi, Suavi, Ahmet Vefik Paşa gibi yazarlarca dile getirildi. 19. Yüzyıl sonlarında doğan Türkçülük akımı, Osmanlı yazı dilinin esasen Türkçe olduğu ve "Türkçe" diye adlandırılması gerektiğini vurguladı.
Cumhuriyet dönemindeyse "Osmanlıca" deyimi genelde olumsuz bir anlam kazandı. Dil Devrimi'ni izleyen kültürel ortamda, "Osmanlıca", "Türkçe"den ayrı ve yoz bir dil olarak görüldü. Türk Dil Kurumu'nda 1983'e dek bu görüş egemendi. Buna karşılık Osmanlı kültürüne yakınlık duyan muhafazakâr kesim, Osmanlı yazı dilinin de Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu vurgulamak amacı ile "Osmanlı Türkçesi" deyimini tercih etti (söz gelimi Faruk Timurtaş, Mustafa Özkan).
Öte yandan, Osmanlı yazı diline "Osmanlı Türkçesi" adı verildiği zaman, bundan çok ayrı bir dil olan Osmanlı dönemi konuşma Türkçesine ne ad verileceği konusu, çözülmemiş bir problem olarak kalmaktadır.
Osmanlıca Metin Örnekleri
Şeyhülislam Esad Efendi'nin 1725-32 seneleri arasında yazılan Lehcet-ül Lugat isimli sözlüğünün önsözü, 18. Yüzyıl Osmanlıcası'nın özellikle rafine bir örneği olarak alıntılanmaya değer:
"Amed-i medid ve ahd-i ba'iddir ki daniş-gâh-ı istifadede nihade-i zanu-yı taleb etmekle arzu-yı kesb-i edeb kılıp gerçi irre-i ahen-i berd-i gûşiş-i bî-müzd zerre-i fulad-ı fu'ad-ı infihamı hıred edemeyip şecere bî-semere-i isti'daddan yek-bar-ı imkân intişar-ı nüşare-i asar-ı hayr-ül me'ad as'avrupa birliği-ı min-hart-ül katad olup ancak piş-nigâh-ı ihvan ve hullanda hem-ayar-ı nühas-ı hassas olan hey'et-i danişveriyi zaharif-i tafazzul ile temviye ve tezyin edip bezm-gâh-ı sühan-gûyanda iksar-ı sersere ile ser-halka-i ihvavrupa birliği-ı hava-ayin olmuş idim."
1790 civarında yazılan bir yemek kitavrupa birliğiından alınan aşağıda belirtilen bölüm, Osmanlıca'nın nisbeten sade bir örneğidir:
"Türkîde turunc dediğimiz mîveye Farisî'de narenc denir. Portakal derler, İstanbul'da şekerden leziz zuhur etmeye başladı. Hatta nev-zuhur Frenk hekimleri 'Asitane sahil-i bahr ve ahalisi et'ime-i mütenevvia ile aluf ve fesad-ı dem hasebiyle iskorpit illetine mübtelalardır. Elbet beher yevm bir dane portakal ekli lazımdır ve vacibdir.' Maa-haza kendüleri illet-i müstekreh-i frengîden muallel olup bahusus oldukları arzda portakalı ancak kibarı görebildiğinden Asitane'de kesreti kendülerini hayran eylediğinden hezeyan-ı gûna-gûn ederler. Maa-haza alil-ül mizac olan ihvana muzır olmak melhuzdur."
Dönemin konuşma Türkçesinin sesini, klasik Osmanlı eğitimi almış yazarların metinlerinde tanımak çok güçtür. Buna karşılık Osmanlı eğitimi almamış bir İstanbullu Ermeniye ait olan aşağıda belirtilen metinde, günümüz Türkçesinden nerdeyse farksız bir sokak diliyle karşılaşırız. 1736 senesinde İran sefaret heyetine müzisyen olarak katılan Tamburi Artin Efendi'nin seyahatnamesi, Ermeni harfleriyle Türkçe olarak kaleme alınmıştır.
"Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir ve bir köyleri vardır ki yolcular konar. Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse gûya kar yağmış sanır. Yol üstünde birbuçuk, iki saat çekecek kadar yerde kule gibi miller yapılıdır ki karşına tutar da öyle gidersin. Eğer o milleri sağına ya da soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliğinde kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil. Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulmak muhaldır. Çavrupa birliğialandıkça batar gider."
Mütercim Asım Efendi, Burhan-ı Katı Tercemesi, TDK Y. Ankara 2000.
Mehmed Esad Efendi, Lehcetü'l-Lügat, haz. Ahmet Kırkkılıç, TDK Yay. Ankara 1999, s. 5.
Ahmed Cavid Bey, Tercüme-i Kenzü'l İştiha, haz. Seyyit Ali Kahraman & Priscilla Işın, Kitap Yay. İstanbul 2006, s. 83.
Tanburi Harutiun, Tahmas Kulu Han'ın Tevarihi, Latin harflerine çeviren Esat Uras, TTK Yay. Ankara 1942, s. 15.
Osmanlıca Öğreniminde Kaynak Eserler
Osmanlıca'nın öğreniminde, sahip olunan bilginin geliştirilmesinde ve bu yazıya ilişkin diğer işlemlerin gerçekleştirilmesinde başvuravrupa birliğiileceğimiz bazı kaynaklar:
A) Lügatlar (Sözlükler)
Kâmûs-ı Türkî (Şemseddin SÂMÎ, Alfa Yay., İstanbul 1998)
Yeni Tarama Sözlüğü (TDK Yay., Ankara 1983)
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (MEB Yay., İstanbul 2004)
Osmanlıca'da Kullanılan Arapça ve Farsça Edat Zarf Deyim ve Terkipler (Atatürk Üni. Fen-Edebiyat Fakültesi Yay., Erzurum 1990)
Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ferit Devellioğlu
B) Ders Kitapları
Osmanlı Türkçesine Giriş (Faruk K. TİMURTAŞ, İÜ. Edebiyat Fak. Yay., 10. Baskı İstanbul 1991)
Osmanlıca Dersleri(Muharrem ERGİN, Boğaziçi Yay., 22. Baskı, İstanbul 2000)
Tatbikatlı Osmanlıca İmlâ Rehberi (Osman ŞERİFOĞLU, Ümit Yay., İstanbul 1996)
Osmanlıca Dersleri 1 (Yılmaz KURT, Akçağ Yay., 5. Baskı, Ankara 1999)
Osmanlıca Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. Asrın sonlarından 20. Asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Dört asırdan fazla bir ömrü olan Osmanlıca, kuşkusuz hep ayni kalmamış, baştan ve sondan geçiş devirlerinde ve ortada, hudutları kesin olarak çizilemeyen birbirine geçmiş çeşitli iç merhâleleri olmuştur. Fakat iç ve dış bakımından esas vasıfları itibariyle Osmanlıca ismi altında bu ismin çok iyi ifade ettiği bir bütünlük gösterir.
Türkçe bakımından, Osmanlıca'da aşağı yukarı mühim hiçbir değişiklik olmamış, Eski Anadolu Türkçe'sinden sonra bu güne kadar Türkçe'nin belli başlı şekilleri nerdeyse hep ayni kalmıştır. Yani gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe'si arasında belirli bir ayrılık yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkçe bakımından ama bu son iki devre ile Eski Anadolu Türkçe'si arasında belirli ayrılıklar vardır.
Osmanlıca ile Türkiye Türkçe'si arasında çok küçük şekil farklarına rastlansa bile bunlar zaman ayrılıklarına dayanan basit değişikliklerden diğer bir şey sayılmamalıdırlar. Eski Anadolu Türkçe'si, Batı Türkçesinin eski gramer şekillerini, Osmanlıca ile Türkiye Türkçe'si ise Batı Türkçesinin yeni gramer şekillerini ihtiva eden devrelerdir. Yani, gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında bir devre farkı yoktur.
Devrelerin birbirine geçişi keskin çizgilerle ayrılamayacağı için eski Anadolu Türkçe'si ile Osmanlıca arasında da uzun bir geçiş safhası olmuştur. Osmanlıca'nın başlangıcını teşkil eden ve 15. Asrın ikinci yarısı ile 16. Asrın ilk yarısını içerisine alan devirde eski gramer şekilleri, yerlerini henüz bütünüyle yeni şekillere bırakmış değillerdi.
Bu eski şekillerden bazıları Osmanlıca'nın içinde sonraki zamanlarda da kendini muhafaza etmiş, bunlardan klişeleşmiş olarak Türkiye Türkçe'sine geçenler bile olmuştur. Bazı yeni şekiller ise oluşunu ancak Osmanlıca içinde tamamlamış ya da kullanış sahasına bu devirde çıkmıştır. İşte geçiş devrindeki normal gelişmeler, ondan sonraki küçük sızıntılar ve bazı yeni şekillerin ortaya çıkışı dışında, Osmanlıca'ya Türkçe bakımından başından beri bir durgunluk hâkim olmuş, 16. Asırdan bu güne kadar Türkçe gramer şekilleri bakımından belirli hiçbir gelişme kaydetmemiştir.
Osmanlıca'yı batı Türkçe'si içinde bilhassa Türkiye Türkçe'sinden farklı bir devre hâlinde tutan şey onun dış yapısıdır. İç yapı, yani Türkçe bakımından yalnız Eski Anadolu Türkçe'sinden farklı bulunan Osmanlıca, dış yapı, yani yabancı unsurlar bakımından Eski Anadolu Türkçe'sinden de, Türkiye Türkçe'sinden de çok büyük farklarla ayrılan bir devre manzarası gösterir. Bu devre Türkçe'nin yabancı unsurlar tarafından tam mânâsiyle istilâ edildiği, Türkçe'yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine kadar sardığı devredir.
Osmanlıca devrinde Türkçe'yi saran bu Arapça ve Farsça unsurlar, sayısız Arapça ve Farsça kelime ve terkipler olup esas itibariyle isim sahası içinde kalmıştır. Fakat bu sahada o kadar ileri gidilmiştir ki bütün isim cinsinden kelimeler ve cümle içinde isim muamelesi gören bütün kelime gurupları Arapça ve Farsça kelimelere ve terkiplere boğulmuştur. Bu müthiş istilâdan fiil kökleri bile yakasını kurtaramamış, Türkçe'nin basit fiil kökleri yerine Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçe yardımcı fiillerden yapılmış birleşik fiiller kullanılarak Türkçe, bugün de yaşayan sayısız yabancı köklü birleşik fiil ile dolmuştur.
Fiil dışında kalan isim cinsinden bütün kelimeler ve isim muamelesi gören kelime gurupları sahasını bu şekilde Arapça ve Farsça kelimelere, sıfat ve izafet terkiplerine kaptıran yazı dilinde umumiyetle Türkçe olarak isim ve fiil çekimi ile cümle yapısı kalmıştır. Fakat cümle yapısı da, Türkçe kalmakla birlikte, ağır darbeler yemekten kendini kurtaramamış, pek çok defa esas bünyesi yıkılarak bozuk bir kelime yığınından ibaret olmuştur. Hülâsa, Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça ve Farsça'dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve oldukça sun'î bir dil manzarası göstermiştir.
Osmanlıcanın Devreleri
Yabancı unsurların durumu bakımından Osmanlıca içinde üç devre vardır. Osmanlıca'nın 15. Asrın sonu ile 16. Asrın çok büyük bir kısmını içerisine alan ilk devresi Eski Anadolu Türkçe'sinde yazı diline sokulmağa başlayan Arapça ve Farsça unsurların Türkçe'yi istilâ işinin çok sür'atlendiği devredir. Bu devre, Osmanlıların İstanbul'a yerleşmesinden sonra kurulmuş olan saray hayatı ile başlamış, bu saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür yaşamının Arap ve Fars kültür ve edebiyatının nüfuzu altına girmesi Türk yazı diline bambaşka bir istikamet vermiştir.
Bu devrede Türkçe Eski Anadolu devresindeki duruluğunu kaybetmiş, yabancı unsurların kesafeti iyiden iyiye artmıştır. Fakat daha sonraki asırlara göre henüz nisbî bir sadelik göze çarpar gibidir. Yabancı kelime ve terkiplerin sayısı ve çeşitleri çok artmakla birlikte terkip zincirleri henüz son haddine varmış değildir. Fakat iyice karışık dil yolunda çok sür'atli bir gidiş, çok kesif bir hazırlık vardır. Öyle ki devrenin sonu, yani 16. Asrın sonları artık koyu Osmanlıca'nın tam bir başlangıcı hâline gelmiştir. Böylelikle ilk devir sona ermiş ve Osmanlıca'nın yeni bir devri gelip çatmıştır.
Bu devre Osmanlıca'nın ikinci devresi olup 16. Asrın sonundan 19. Asrın ortalarına kadar süren devredir ki belli başlı 16. Asrın sonu ile 17. Ve 18. Asırları içerisine alır. Bu devrede karışık dil, koyuluğunun son haddine varmış, yapısı güç halle Türkçe'ye benzeyen yazı dilinde Arapça ve Farsça unsurlar arasında Türkçe unsurlar âdeta görünmez olmuştur. Osmanlıca bu şekilde Türkçelikten çıkmış bir hâle geldikten sonra nihayet üçüzlü sun'î dilin en yüksek noktasından aşağıya doğru dönmeğe başlamış ve üçüncü devresine girmiştir.
Osmanlıca'nın ayni zamanda son devresi olan bu üçüncü devre, 19. Asrın ortalarından başlayıp 20. Asrın başlarına kadar gelen, yani Tanzimattan 1908 meşrutiyetine kadar olan devri içerisine alır. Bu devrenin son örnekleri 1908'den sonra da Cumhuriyete kadar, sür'atle ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında, gittikçe zayıflayarak bir nıüddet daha devam etmiştir. Bu üçüncü devre karışık dilin koyuluğunu ağır ağır kaybettiği devredir. Osmanlıca bu devirde ara sıra çok sun'î bir koyuluk göstermekle birlikte umumî olarak bir çözülme yoluna girmiş durumdadır. Bu çözülme nihayet 20. Asrın başlarında tamamlanmış olarak Osmanlıca'nın hayatı sona ermiş ve Türkiye Türkçe'sine geçilmiştir.
Osmanlıca'nın bu son devrini eskisinden ayıran mühim bir fark da batıdan gelen yeni mefhumlar dolayısı ile yeni yeni Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin yazı diline sokulması ve uydurulmasıdır. Bu hususta kimi zaman çok sun'î hareketler olmuş, lügat kitaplarına bakarak yazı yazanlar bile çıkmıştır. Fakat umumiyetle terkipsiz Türkçe'ye gidiş temayülleri artmıştır. Eski devirde de koyu Osmanlıca'nın yanında görülen bir hayli sade dil örnekleri bu son devrede umumî yazı dilinin beraberinde sayılarını çok arttırmışlardır.
Bu devrenin sonları ise Türkçe'nin aydınlığa çıkışının açık müjdeleri ile doludur. Öyle ki bu devir eserlerinin bir eli Osmanlıca'da, bir eli Türkiye Türkçe'sindedir. Değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı, daha doğrusu meyvelerini vermiş olduğu için, artık dili kimi zaman Osmanlıca, kimi zaman Türkiye Türkçe'si, ya da önce Osmanlıca, sonra Türkiye Türkçe'si olan şahıslar görülür. Hülâsa Osmanlıca'nın sonlarında yazı dili yabancı unsurlar ve terkiplerden sür'atle temizlenmiş, bu şekilde 20. Asrın başlarında terkipli karışık dil tarihe karışarak yerini Türkiye Türkçe'sine bırakmıştır.
Nazım Dili, Nesir Dili
Osmanlıca'nın, kendi bünyesinde yukarda görmüş olduğumuz şekilde üç devreye ayrılan uzun tarihi boyunca, nazım ve nesir sahasındaki görünüşü birbirinden farklı olmuştur. Bu fark, bir yabancı unsurlar, bir de cümle yapısı bakımından nazım ve nesir dili arasında görülen ayrılıktır. Şiirin, bilhassa divan şiirinin muhteva ve şekil bakımından muayyen Ölçülere bağlı bulunması nazım diline de tesir etmiş ve Osmanlıca'da umumiyetle tek bir çeşit nazım dili oluşmuştur.
Buna karşılık Osmanlıca içinde ilmi ve didaktik eserlerde ayrı edebi eserlerde değişik bir nesir dili kullanılmıştır. Ilmî nesir dili bir dereceye kadar sade ve kolay bir dil, edebî nesir dili ise çok aşırı ve sun'î bir biçimde yabancı unsurlarla dolu, secili ve kelime gurubu silsilelerinden örülmüş bir dildi. Bu iki çeşit nesir dili Osmanlıca'da her zaman yan yana yürümüştür. Burada şu noktayı belirtelim ki adî nesirde edebî nesre göre bir sadelik ve basitlik vardı, yoksa umumî olarak o da yabancı unsurlarla dolu karışık bir dil, bir Osmanlıca idi. İşte umumiyetle bir çeşit olan nazım dili ile iki çeşit olan nesir dili yabancı unsurlar ve cümle yapısı bakımından Osmanlıca içinde ayrı bir durumda bulunmuşlardır.
Yabancı unsurlar bakımından Osmanlıca'nın ilk devresinde nazım ve nesir dili aşağı yukarı birbirine yakındır. Yabancı unsurlar her ikisinde de çoğalmıştır. Daha çok nazım dilinde görülen terkipler, eski basitliğini muhafaza etmekle birlikte bu devirde henüz fazla zincirleme hâlinde değildir. Umumiyetle nesir dili, nazım diline göre daha sade bir durumdadır. Fakat nazım dili pek değişmediği hâlde nesir dili gittikçe ağırlaşmaktadır devrenin sonlarında bu gidiş hızlanmış ve nesir dili nazım diline göre çok ağır bir dil hâline gelmiştir.
Osmanlıca'nın en koyu devri olan ikinci yarıda ise bu koyuluk hem nazımda, hem nesirde görülür. Fakat nesirde çok aşırı bir durumdadır. Nazım dili ise eskiye göre o kadar ağırlaşmamış ve nesir dilinin yanında bir hayli sade kalmıştır. Nazım dilinde eski basit terkipler yerini üçüzlü. Dördüzlü ve daha geniş zincirleme terkiplere bırakmış nesirde ise ağırlık ve koyuluk içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş, bilhassa edebî nesir Türkçe olmaktan büsbütün çıkmıştır. Üçüncü devrede ise nazım ve nesir dili birbirine yine yakındır ve her ikisinde de nisbî bir sadeliğe gidiş vardır.
Bu gidiş devre boyunca nesirde daha süratli olmuş, nazımda ise, koyu Osmanlıca devrinde divan şiirinde de tek tük olarak görülebilen sade örnekler gittikçe artmakla birlikte, bol yabancı unsurlu ve terkipli dilden kurtulmak daha güç olmuştur Devre tamamlandıktan sonra sonra da Osmanlıca'nın Türkiye Türkçe'si içerisine taşmaları daha çok nazım dilinde olmuş ve daha sonra tarihî hatıra olarak verilen tek tük Osmanlıca örnekler de hep nazım sahasında kalmıştır. Bu arada Türkçe'nin yakasını en geç bırakan eski dilin resmî muhaberede ve mevzuatta kullanılacak olan köhne nesir dili olduğunu da unutmamak lâzımdır. Türkçe bugün bile yakasını bu kırtasiye dilinden bütünüyle kurtaramamıştır. Fakat bu, adî nesrin her devirde ağır olan çok hususî bir koludur ve umumî nesir diline ayak uyduramamasının fazla bir kıymeti yoktur.
Osmanlıcanın nazım ve nesir dili asıl, yabancı unsurlar bakımından değil, cümle yapısı bakımından birbirinden çok ayrı bir durumdadır. Divan şiirinde mânânın bir beyitte tamamlanması, bir beyit dışına taşmaması kaidesi Türk cümlesinin yapısı için çok hayırlı olmuştur. Zira mânânın bir beyitle tamamlanması demek, bir beytin hiç değil ise bir cümle olması, bir cümlenin en çok bir beyit uzunluğunda bulunması demektir. Gerçekten divan şiirinde her beyit en çok bir cümleden, pek çok defa da birden çok cümleden müteşekkil olmuştur.
Bu suretle Osmanlı şiirinde cümleler her zaman kısa, unsurları sade ve yerli yerinde Türk cümleleri olarak kalmış, nazım dilinde Türkçe cümle yapısı Türkçe'nin bütün tarihi boyunca hiç değişmemiş bulunan normal karakterlerini muhafaza etmiştir.
Osmanlıca'nın bütün tarihi boyunca şiirde Türk cümlesi karşımıza her zaman sağlam olarak çıkar. Buna karşılık Osmanlı nesrinde Türk cümlesi tam bir perişanlık içindedir. Bu bakımdan nazım dilinin her zaman Türkçe kalabilmiş olmasına karşılık nesir dili çok az Türkçe olabilmiştir Çünkü nesirde şiirdeki gibi belirli bir ölçüye sığmak zorunluluğu yoktur. Nesir, cümle unsurlarının tam bir serbestliğe kavuştuğu sahadır. Cümlenin bir bütün teşkil eden yapısını bozmadan o unsurları istenildiği kadar genişletmek mümkündür. İşte cümle unsurlarının nesir dilindeki bu serbestliği Osmanlıca'da tam bir başıboşluk hâline gelmiştir.
Yani, nesir dilindeki serbestlik istismar edilerek, bilhassa gerundium ve edat guruplarında olmak üzere, cümle unsurlarının çerçevesi de, sayısı da gelişigüzel bir biçimde genişletilmiş, bu nedenle uzun uzun cümleler içinde cümle unsurları, aralarında çok defa yanlış bağlar kurulmuş olarak bir araya getirilmiştir. Bu suretle Türk cümlesinin sağlam yapısı Osmanlı nesrinde umumiyetle bozulmuş ve cümleler çok defa çok büyük bir kelime yığınından ibaret kalmıştır. Cümle unsurları genişledikçe, cümle uzadıkça hâkim olmak güçleşir, Cümle büyüyünce hâkimiyeti elden kaçırmamak için dili iyi bilmek, onun kaidelerini iyice hazmetmiş olmak, onun yapısını teşkil eden örgü karşısında tam bir hassasiyete sahip bulunmak lâzımdır. Üç dilli bir dil olan Osmanlıca'da ise yazıcılar maalesef Türkçe'yi incitmeyecek bir nesir diline sahip olamamışlardır.
Bunda Osmanlıca'nın karışık dil olmasının büyük bir rolü vardır. Bu karışık dilin öğretimi sırasında esas emek ve dikkat her zaman Arapça ve Farsça üstünde toplanarak Türkçe ihmal edildiği gibi, yazı yazarken de Arapça ve Farsça terkipler yapmak hevesi Türkçe'ye itina etmeğe vakit bırakmamıştır. Bu hususla, Türkçe'ye çevrilirken cümle unsurları Türk cümlesine uygun bir sıraya konmadan yerli yerinde bırakılan Arapça ve Farsça'dan yapılmış tercümelerin de çok tesiri olduğunu unutmamak lâzımdır. Hülâsa, Osmanlıca'nın nesir sahasında Türkçe, bünyesine aykırı bir yapıya sahip cümlelerle bozuk düzen bir yazı dili manzarası göstermiştir. Bu bozuk düzenliği en çok Osmanlıca'nın ikinci devresinde görüyoruz. Ilk devrede tercüme tesiri çok hissedilmekle birlikte Eski Anadolu Türkçe'sinden devralınan nesir dilinde cümle yapısı bir hayli sağlamdır. Fakat ikinci yarıda bu yapının Türkçe olan tarafı kalmamıştır denilebilir.
Cümle yapısındaki bozukluğun nisbeti ise yabancı unsurların derecesi ile cümle uzunluğuna göre değişik olmuştur. Yabancı unsurları fazla ve cümleleri uzun olan yazılarda bozukluk çok olmuş, bir hayli sade ve kısa cümleli olan yazılarda ise daha az olmuştur, Osmanlıca'nın son devrine gelince, bu devrede nesir dilinin kısa sürece Türkçe cümle yapısına kavuştuğunu görmekteyiz. Tanzimatla birlikte nesirde artık Türk cümlesi sağlam bir yapıya sahip olmuştur.
Bu devir cümleleri, eskisi kadar olmamakla birlikte, yine oldukça uzun olmuşlar, fakat yapılan Türkçe'ye aykırı düşmemiştir, Arada sırada bozuk cümlelere rastlanmakla birlikte umumî olarak nesir dilinde cümle yapısının çok büyük bir selâmetle çıktığı açıkça görülmektedir. Bu devrede nazım dilinde ise cümleler eskisinden daha fazla uzun olmak yoluna girmişlerdir.
Yeni edebiyatla birlikte mânânın bir beyitte tamamlanması zorunluluğu ortadan kalkınca bir cümle icabında bir kaç mısra içerisine yayılmış, bu şekilde bilhassa devrenin sonlarına doğru uzun nazım cümleleri ortaya çıkmıştır. bu şekilde cümlelerde nadir olarak kimi zaman yapı sakatlıkları görülmekle birlikte, Osmanlıca'nın bu son devresinde de, cümleler biraz uzadığı hâlde umumî olarak nazım dilinin cümle yapısı her zamanki gibi sağlam kalmış bu şekilde Osmanlıca'nın ömrü tamamlandığı zaman Türk cümlesi hem nazım dilinde, hem nesir dilinde Türkiye Türkçe'sine sağlam bir yapı ile girmiştir.
Prof.Dr.Muharrem Ergin
Osmanlı Türkçesi Tarihi
Türkçe, tarihte çok geniş bir alanda konuşma ve yazı dili olarak yaşamıştır. Bunun neticesi olarak da Kuzey Türkçesi (Kıpçakça), Doğu Türkçesi (Çağatayca) ve Batı Türkçesi gibi yazı dilleri ortaya çıkmıştır. Batı Türkçesi, Osmanlı Türkçesi ve Azerî Türkçesi diye iki kolda gelişmiştir. Osmanlı Türkçesi, 24 Oğuz boyunun konuştuğu Oğuz şivesine dayanmaktadır.
Osmanlı Türkçesi'ne, ilim adamlarımız tarafından Tarihî Türkiye Türkçesi denilmesine rağmen söyleniş kolaylığı nedeniyle olsa gerek Osmanlıca adı yerleşmiştir. Osmanlıca da kendi arasında kronolojik esasa göre sınıflandırılmıştır:
Osmanlıca-Dönemlere Göre Sınıflandırma
Eski Osmanlıca (Eski Anadolu Türkçesi): 11.Yy.'dan, 15.Yy. Sonuna kadar,
Klasik Osmanlıca: 16.Yy.'dan, 19.Yy.'ın ikinci yarısına kadar,
Yeni Osmanlıca: 19.Yy.'ın ikinci yarısından 20.Yy.'a kadar.
20.Yy.Başlarında gelişen Türkçülük hareketi dilde Türkçülük fikrini doğurmuş ve Modern Türkiye Türkçesi dönemi başlamıştır. 1928 senesinde yapılan Harf İnkılabı ile Latin alfabesinin kullanılmaya başlaması ile Osmanlıca'nın kullanımı son bulmuştur.
Osmanlıca, Arapça ve Farsça'nn belirli ölçü ve kurallar içerisinde Türkçe ile birleşmesinden doğmuş, bu yazı ile verilen eserlerle bir uygarlık yazısı halini almıştır.
Osmanlı Devleti'nin yıkılışının ardından kullanımdan kalkmıştır. Ancak Türk Tarihi'nin son 1000 yılına yakın bir dönemi bu yazı ile yazılmış olduğu için bu yazı araştırmacılar, edebiyatçılar ve tarihçiler tarafından birinci derecede önemli ve bilinmesi mecburi bir dildir.Osmanlıca Hakkında (Yılmaz KURT, Osmanlıca Dersleri 1, Akçağ Yayınevi, 5. Baskı, Ankara 1999, S.1)
Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullanmış olduğu bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlıca, günlük yaşamda konuşulan bir dil olmamıştır. En belirgin özelliği, Türkçe cümle altyapısı üstünde, İslam dünyasının klasik kültür dilleri olan Arapça ve Farsça'yı serbestçe kullanma imkânı tanımasıdır. Günlük dilden farklı ve karmaşık kuralları olan bu dili ustalıkla yazma becerisine inşa adı verilir. Bu beceri uzun bir eğitim süreci ile kazanılırdı.
Osmanlı yazı dili 15. Yüzyıl ortalarında biçimlenmeye başladı ve 16. Yüzyıl başlarında klasik biçimine kavuştu. 19. Yüzyıl ortalarından itibaren gazeteciliğin ve Batı etkisindeki edebiyatın gelişmesi ile hızlı bir evrime uğrayan Osmanlıca, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından kısa bir zaman sonra gerçekleştirmiş olan Harf Devrimi (1928) ve Dil Devrimi (1932-) neticesinde kullanımdan kalktı.
Osmanlıca'nın Beslendiği Kaynaklar
Türkçe yazı diline Arapça ve Farsça sözcüklerin girişi İslamiyetin kabulüyle başlar. Türkiye Türkçesi'nde 13. Yüzyıla ait en eski makalelerde toplam kelime hazinesinin üçte biri ila yarısı Arapça ve Farsça alıntılardan oluşur. Ancak 15. Yüzyıl ortalarına dek kullanılacak olan yazı Türkçesi, günümüz konuşma dilinden yapıca çok uzak değildir. Dönemin şiir ve düzyazı örneklerinden birçoğu, konuşma Türkçesine yakın yapıdadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda orta ve yüksek eğitim sistemi Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) yapılanıp Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde olgunlaştı. Eğitim dili yalnızca Arapça idi. Dolayısıyla bu dili bilmek ve rahatça kullanabildiğini göstermek, eğitimli olmanın gereği sayılırdı. Seçkin bir azınlık, klasik edebiyat dili Farsça'yı da öğreniyordu. Klasik Arap ve Fars literatürünün kaynaklarını tanımak, bu iki dilin gramer ve söz varlığının nüanslarına hakim olmak, kültürlü bir Osmanlı'yı basit halktan ayırdeden özelliklerdi.
Klasik Osmanlı kültürünün önceliklerine enteresan bir örnek, dönemin en popüler Farsça sözlüğü olan Burhan-ı Katı Lugatidir. Farsça temel kelimeleri kısaca geçen bu sözlük, Farsça kelimelerinin en az bilinen anlamlarını, gün yüzü görmemiş nüanslarını, az duyulmuş şiirlerdeki özel kullanımlarını açıklamakla övünmekteydi. [1]
"Osmanlıca" Adlandırma Meselesi
Klasik devirde "Osmanlıca" değişik bir dil olarak algılanmamış, üç dilden (elsine-i selase) oluşan bir karışım olarak görülmüştü. "Türkçe" ise, evde, sokakta ve köyde konuşulan basit dile verilen addı.
Ancak 19. Yüzyılda standart bir yazı dili gereksiniminin belirmesiyle beraber "Osmanlı dili" tartışmaları yoğunlaştı. Bu dilin belkemiğini oluşturan Türkçe'nin güçlendirilmesi ve yazı dilinin Türkçe konuşma diline yaklaştırılmasına ilişkin talepler Şinasi, Suavi, Ahmet Vefik Paşa gibi yazarlarca dile getirildi. 19. Yüzyıl sonlarında doğan Türkçülük akımı, Osmanlı yazı dilinin esasen Türkçe olduğu ve "Türkçe" diye adlandırılması gerektiğini vurguladı.
Cumhuriyet dönemindeyse "Osmanlıca" deyimi genelde olumsuz bir anlam kazandı. Dil Devrimi'ni izleyen kültürel ortamda, "Osmanlıca", "Türkçe"den ayrı ve yoz bir dil olarak görüldü. Türk Dil Kurumu'nda 1983'e dek bu görüş egemendi. Buna karşılık Osmanlı kültürüne yakınlık duyan muhafazakâr kesim, Osmanlı yazı dilinin de Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu vurgulamak amacı ile "Osmanlı Türkçesi" deyimini tercih etti (söz gelimi Faruk Timurtaş, Mustafa Özkan).
Öte yandan, Osmanlı yazı diline "Osmanlı Türkçesi" adı verildiği zaman, bundan çok ayrı bir dil olan Osmanlı dönemi konuşma Türkçesine ne ad verileceği konusu, çözülmemiş bir problem olarak kalmaktadır.
Osmanlıca Metin Örnekleri
Şeyhülislam Esad Efendi'nin 1725-32 seneleri arasında yazılan Lehcet-ül Lugat isimli sözlüğünün önsözü, 18. Yüzyıl Osmanlıcası'nın özellikle rafine bir örneği olarak alıntılanmaya değer:
"Amed-i medid ve ahd-i ba'iddir ki daniş-gâh-ı istifadede nihade-i zanu-yı taleb etmekle arzu-yı kesb-i edeb kılıp gerçi irre-i ahen-i berd-i gûşiş-i bî-müzd zerre-i fulad-ı fu'ad-ı infihamı hıred edemeyip şecere bî-semere-i isti'daddan yek-bar-ı imkân intişar-ı nüşare-i asar-ı hayr-ül me'ad as'avrupa birliği-ı min-hart-ül katad olup ancak piş-nigâh-ı ihvan ve hullanda hem-ayar-ı nühas-ı hassas olan hey'et-i danişveriyi zaharif-i tafazzul ile temviye ve tezyin edip bezm-gâh-ı sühan-gûyanda iksar-ı sersere ile ser-halka-i ihvavrupa birliği-ı hava-ayin olmuş idim."
1790 civarında yazılan bir yemek kitavrupa birliğiından alınan aşağıda belirtilen bölüm, Osmanlıca'nın nisbeten sade bir örneğidir:
"Türkîde turunc dediğimiz mîveye Farisî'de narenc denir. Portakal derler, İstanbul'da şekerden leziz zuhur etmeye başladı. Hatta nev-zuhur Frenk hekimleri 'Asitane sahil-i bahr ve ahalisi et'ime-i mütenevvia ile aluf ve fesad-ı dem hasebiyle iskorpit illetine mübtelalardır. Elbet beher yevm bir dane portakal ekli lazımdır ve vacibdir.' Maa-haza kendüleri illet-i müstekreh-i frengîden muallel olup bahusus oldukları arzda portakalı ancak kibarı görebildiğinden Asitane'de kesreti kendülerini hayran eylediğinden hezeyan-ı gûna-gûn ederler. Maa-haza alil-ül mizac olan ihvana muzır olmak melhuzdur."
Dönemin konuşma Türkçesinin sesini, klasik Osmanlı eğitimi almış yazarların metinlerinde tanımak çok güçtür. Buna karşılık Osmanlı eğitimi almamış bir İstanbullu Ermeniye ait olan aşağıda belirtilen metinde, günümüz Türkçesinden nerdeyse farksız bir sokak diliyle karşılaşırız. 1736 senesinde İran sefaret heyetine müzisyen olarak katılan Tamburi Artin Efendi'nin seyahatnamesi, Ermeni harfleriyle Türkçe olarak kaleme alınmıştır.
"Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir ve bir köyleri vardır ki yolcular konar. Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse gûya kar yağmış sanır. Yol üstünde birbuçuk, iki saat çekecek kadar yerde kule gibi miller yapılıdır ki karşına tutar da öyle gidersin. Eğer o milleri sağına ya da soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliğinde kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil. Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulmak muhaldır. Çavrupa birliğialandıkça batar gider."
Mütercim Asım Efendi, Burhan-ı Katı Tercemesi, TDK Y. Ankara 2000.
Mehmed Esad Efendi, Lehcetü'l-Lügat, haz. Ahmet Kırkkılıç, TDK Yay. Ankara 1999, s. 5.
Ahmed Cavid Bey, Tercüme-i Kenzü'l İştiha, haz. Seyyit Ali Kahraman & Priscilla Işın, Kitap Yay. İstanbul 2006, s. 83.
Tanburi Harutiun, Tahmas Kulu Han'ın Tevarihi, Latin harflerine çeviren Esat Uras, TTK Yay. Ankara 1942, s. 15.
Osmanlıca Öğreniminde Kaynak Eserler
Osmanlıca'nın öğreniminde, sahip olunan bilginin geliştirilmesinde ve bu yazıya ilişkin diğer işlemlerin gerçekleştirilmesinde başvuravrupa birliğiileceğimiz bazı kaynaklar:
A) Lügatlar (Sözlükler)
Kâmûs-ı Türkî (Şemseddin SÂMÎ, Alfa Yay., İstanbul 1998)
Yeni Tarama Sözlüğü (TDK Yay., Ankara 1983)
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (MEB Yay., İstanbul 2004)
Osmanlıca'da Kullanılan Arapça ve Farsça Edat Zarf Deyim ve Terkipler (Atatürk Üni. Fen-Edebiyat Fakültesi Yay., Erzurum 1990)
Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ferit Devellioğlu
B) Ders Kitapları
Osmanlı Türkçesine Giriş (Faruk K. TİMURTAŞ, İÜ. Edebiyat Fak. Yay., 10. Baskı İstanbul 1991)
Osmanlıca Dersleri(Muharrem ERGİN, Boğaziçi Yay., 22. Baskı, İstanbul 2000)
Tatbikatlı Osmanlıca İmlâ Rehberi (Osman ŞERİFOĞLU, Ümit Yay., İstanbul 1996)
Osmanlıca Dersleri 1 (Yılmaz KURT, Akçağ Yay., 5. Baskı, Ankara 1999)