Kiminle Berabersin?

İnsan taklit meyli ile yaratılmıştır. Muhabbet duyduğu kimsenin hâliyle hâllenir. Bakışı, konuşması, tefekkürü, gönül dünyası, kalpten kalbe olan akış dolayısıyla aynîleşir. İşte bu hakikat sebebiyledir ki, Cenâb-ı Hak da en sevgili Rasûl’ünü, ömrüne yemin ettiği Habîb’ini, güzel ahlâkın zirve numûnesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, mü’minlere “üsve-i hasene” yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak ihsan buyurmuş, lûtfetmiştir. Yine Rabbimiz mü’minlere gönül dünyalarını muhafaza etmek için sâdıklarla beraber olmalarını emretmiş, zâlimler topluluğuyla bir arada bulunmaktan da onları men etmiştir.


Zira pek tabiîdir ki gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden râyihalar götürür. Bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da etrafa sadece o çirkin kokuları yayar, böylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Aynen bunun gibi, sâlih ve sâdıklardan gönüllere dâimâ huzur, ferahlık, feyz ve rûhâniyet aksederken, gâfil ve fâsıklardan da kalplere sıkıntı ve kasvet yansır.


İmam Gazâlî Hazretleri şöyle der:
“Evlâdım! Son derece dikkat edeceğin bir husus varsa, o da kimlerle düşüp kalktığındır. Şunu iyi bil ki, bir sepet sağlam elma, içindeki bir çürük elmayı sağlama çıkartamaz. Fakat bir çürük elma, hepsini çürütebilir. Bunun için dâimâ sâlihlerle beraber ol!”


Bu itibarla bir müslüman, hayatının her safhasında İslâm şahsiyet, karakter ve vakârına yaraşır şekilde yaşamalı, sâlihlerle beraberliğe gayret göstermelidir. İslâm dışı âdetlere, bâtıl geleneklere, gayr-i müslimlerin hâllerine, onların modalarına, giyim-kuşamlarına heves etmekten ciddiyetle sakınmalıdır. Bu hassâsiyet çok mühimdir. Aksi hâlde îman zaafına sebebiyet verebilir.


Nitekim ashâb-ı kiramdan Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” (Vekî, Zühd, s. 597)


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in büyük bir tehdit ihtivâ eden şu hadîs-i şerîfleri de bu hususta temel ölçüyü vermektedir:


“Bir kavme benzeyen, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatına baktığımızda da, gayr-i müslimlere benzememek husûsunda çok titiz davrandığını görüyoruz.


Meselâ 10 Muharrem orucunda, mü’minlere, aynı gün oruç tutan Benî İsrâil’e muhalefet etmelerini, bu sebeple de bir gün evveli veya sonrasıyla beraber oruç tutmalarını emretmiştir.


Oruç, İslâm’dan önceki ümmetlerde de vardı. Lâkin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, oruç hususunda ehl-i kitâba muhalefet etti. Onlar, yıldızlar belirinceye kadar (yani yatsı vaktine kadar) iftarı geciktirirdi. Peygamber Efendimiz ise iftarda acele edilmesini emretti. Rabbimiz’in kudsî bir hadiste:
“Kullarımın Bana en sevgili olanı, oruç açmakta acele davranandır.” buyurduğunu bildirdi. (Tirmizî, Savm, 13)


Yine ehl-i kitapta sahur yoktu. Peygamber Efendimiz, sahuru sünnet kılarak;
“Bizim orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki en mühim fark, sahur yemeğidir.” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 46)
Yine tek olarak cumartesi günü oruç tutmayı, yahudilere benzemek olacağından mekruh kıldı ve şöyle buyurdu:
“Üzerinize farz olunan orucun dışında Cumartesi günü oruç tutmayın.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 38)
“Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. Ben onlara muhalefet etmek isterim.” (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 214)
Mâlum olduğu üzere, İslâm’dan önce de Hazret-i İbrahim’den kalan, fakat tahrif edilen bir hac ibadeti vardı.
Müşrikler Müzdelife’den Güneş doğmadan ayrılmazlardı. Peygamberimiz, müşriklerin haccına muhalefet etmek için, Müzdelife’den Güneş doğmadan ayrılmıştır.


Bunların yanında Peygamber Efendimiz; sakal bırakmak, bıyıkları kısaltmak, saç tıraşında herhangi bir kısmı uzun bırakmamak gibi hususlarda da gayr-i müslimlere muhalefeti tebârüz ettirmiştir.
Yine hicretten sonra Mescid-i Nebevî inşâ edildiğinde, namaza davetin nasıl yapılacağı mevzuu istişâre edilirken, yahudi borusu çalınması ve hristiyanların çanlarını kullanma teklifini reddetmiştir. Yani İslâm’ın namaza davet üslûbunun başka bir kavim ve ümmete benzemesine Peygamber Efendimiz’in gönlü râzı olmamıştır. Daha sonra Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’a rüyada ezan ilhâm edilince Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibadete davet için ezanı tatbik etmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28)
Fakat maalesef günümüzde dünya hayatını, âhiret hayatına; geçici ömrü, ebedî hayata tercih eden, gayr-i müslimlere ait âdet, gelenek ve görenekleri taklit eden insanlar çoğaldı. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî’nin aktardığına göre, Rasûlullah Efendimiz bir defasında şöyle buyurmuştu:
“‒Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz / onların inanç ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz. (Yani onların yaptığı her hâl ve hareketi İslâm’ın ölçülerine uyup uymamasına bakmaksızın taklit edeceksiniz.)”
(Hazret-i Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk:
Yâ Rasûlâllah! (İzlerini takip edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?”
Şöyle buyurdu:
“–Ya başka kimler olacaktı?” (Müslim, İlim, 6)
Hâlbuki bir mü’min, ibadette bile gayr-i müslimlere benzemekten sakınmalıdır. Nitekim Hudeybiye’de Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- elçi olarak Mekke’ye gönderildiği zaman, müşrikler kendisine:
“–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” demişlerdi. Çünkü mevkî sahibi akrabaları vardı.
Hazret-i Osman ise şu sözleriyle Allah Rasûlü’ne olan sadâkatini tescîl etti:
“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde (ibadette bile) ben de yokum!..” (Ahmed, IV, 324)
Bugün -maalesef- bâtıl ehline olan özenmeler, mâneviyata zehir saçıyor. İnternetin yanlış adresleri, televizyonun menfî yayınları, modalar, reklâmlar, onların nefsâniyeti tahrik eden ve âhireti unutturan hayat tarzını sürekli gözlere ve gönüllere zerk etmeye çalışıyor. İslâmî eğitimden uzak yetişen genç nesiller de bâtılın nefse hoş gelen yaldızlı hayat tarzına heves etmeye başlıyor. Giyim-kuşamdan yeme-içmeye, konuşma tarzından tıraş şekline kadar her hususta bir özenti meydana geliyor. Bu şeklî beraberlikler, zihnî beraberliğe, o da zamanla kalbî beraberliğe götürerek îmâna zarar veriyor.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:
“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlum oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır…” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)


Hâlbuki Rabbimiz, bir mü’minin kimlerle ülfet etmesi gerektiğini şöyle bildiriyor:
“Sizin velîniz (dostunuz) ancak Allah’tır, peygamberidir, bir de Allâh’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (el-Mâide, 55)
“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 51)
Cenâb-ı Hak bizlere, günde en az kırk defa şu duâyı yaptırıyor:
“Bize doğru yolu göster. Kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” (el-Fâtiha, 6-7)


Velhâsıl bir mü’min, gayr-i müslimlere benzememek hususunda çok hassâsiyet gösterecek. Fetih Sûresi’nin son âyetinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında olan mü’minlerin vasıfları sayılırken, ilk olarak “küffâra karşı şedîd” olduklarının zikredildiğini aslâ unutmayacak. Hayatın med-cezirleri arasında dâimâ İslâm’ın haysiyet, karakter ve şahsiyetini muhafaza edecek. Hakk’ı tebliğden aslâ geri durmayacak. Seküler dünyanın mü’min gönülleri ve taze dimağları ifsâd etmesinin önüne geçmeye çalışacak. Bu zamandaki küçük gayretlerin, kulu Allah indinde çok büyük mükâfatlara nâil edeceğinin şuur ve idrâki içinde yaşayacak. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
“…Fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir…” (el-Hadîd, 10)
Rabbimiz, dâimâ İslâm’ın karakter, şahsiyet ve haysiyetine yaraşır şekilde bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.
Âmîn!..
 
Üst
Alt