Vrim teorisinin sunmuş olduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin senelerı arasında varolmuş, 200 Bin’li senelerden sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen bir çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun beraberinde hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üstünde münakaşaya devam ediliyor.
İnsanlığın varoluşu hakkında muhtelif tez ve teoriler sunulmaktadır. Evrim teorisi, tüm canlıların suda oluşan bir bakteri hücresinden, insanlığında bu hücrenin evrim süreci içindeki gelişiminden türediğini tez olarak sunmaktadır. İslam dini ise insanlığın Adem ve Havva’nın yaradılışıyla türediğini tebliğ etmektedir. Buna mukabil Kur-an’ı Kerim’de Mü’minun suresi 12-14. Ayetlerinde “Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık” ifadesi mevcuttur. Kimi din alimleri bu ayetin evrim teorisiyle uyuştuğunu ifade etse de bu konudaki görüş şahsa münhasırdır.
Elbette biz insanlığın varoluşu konusunda görüşü kişilere bırakacağız. İnsanlığın varoluşuyla beraber başlayan Tarih sürecini inceleyerek , insanoğlunun etnik geçmişlerini özetleyeceğiz.
İlk Canlının Ortaya Çıkışı (3.7 Milyar Yıl)
Günümüzün gelişmiş yöntemleri ve bu tekniklere dayalı teorilerle ortaya sunulmakta olan teze göre 15 Milyar sene önce meydana gelen büyük patlamayla (Bing Bang) evren meydana gelmiş, 5 Milyar sene önce dünya kütlesi oluşmuş, 3.7 Milyar sene öncede Dünya üstündeki ilk protein ortaya çıkarak ilk canlı hücresi meydana gelmiştur. En azından günümüz olanaklarıyla ulaşılabilen en kabul edilebilir bulgu bu doğrultudadır.
İlerleyen yüzbinlerce senede, dünyanın ısı ve su dengesinin ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk sakinleri haline geldiler. 1800’lü senelerden itibaren yapılan çalışmalar ile gün yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca sene önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden milyonlarca sene önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın bizden önceki ev sahipleriydi.
Günümüzden 3.7 Milyar sene önce ortaya çıkan canlılık ve yine zaman içinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 sene önce meydana gelen büyük buzul çağıyla büyük oranda azaldı ve kimi türler bütünüyle yok oldu. Bu buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının gelişiminde ve çeşitliliğinde büyük oranda engelleyici rol oynadı. Hem canlı türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava şartlarının ipuçları bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz bir hayli kısıtlı.
2.500.000 sene önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine daha geniş yaşam olanakları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı koşullarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li senelerden sonra çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.
Buzul çağının bütünüyle son bulması ve yer kürenin buzul çağının etkisinden bütünüyle çıkması ancak 10.000 li senelerde mümkün olmuştur.
İlk İnsanın Ortaya Çıkışı (M.ö. 200.000 li seneler)
İlk insanın ortaya çıkışı. Açıkçası günümüz için halen bir bilinmeyen ve gizemli bir olgu. Evrenin varoluşunu, yerküre üstündeki ilk canlının ortaya çıkışını, milyonlarca sene önce yaşanmış buzul çağlarını ve canlı türlerini keşfedebilen bilim dünyası henüz İnsanlığın Varoluşu ile alakalı bilinmeyeni tam manası ile çözebilmiş değil.
Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulmakta olan teoriler temel dayanaklarında bile birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile alakalı bilinmeyene yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı olana itibar etmekle yetineceğiz.
Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor. Varoluşları 500 Bin sene öncesine dayandırılan bu türler, eksiksiz olarak insan sayılmamakla beraber hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan, bunun beraberinde aklıyla hareket eden bu türler, zaman içinde insana dönüşerek yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini tamamladığı kabul edilir.
Evrim teorisinin sunmuş olduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin senelerı arasında varolmuş, 200 Bin’li senelerden sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen bir çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun beraberinde hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üstünde münakaşaya devam ediliyor.
Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konu da kararsız. En azından tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma veya kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz bulgularla mantık yürüteceğiz.
Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, kuşkusuz hem dünya hem insan ile alakalı bir çok bilgi ve bulgu sunuyor. Bilimin, bilginin ve tarih bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem dünya üstünde yaşamakta olan canlılar hakkında bir çok bilimsel bulgu sunuyor olması hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını, hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz bilimsel verilere, günümüzden 1400 sene önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bizlere sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile alakalı ipuçlarını araştırırken de yararlı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.
Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bizlere insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an, insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de hülasa, cümle içerisindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini oluşturan ilk hücrenin suyla toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil olarak bir tarifte bulunmadığı için, belirtilen bu ipucunun şekil olarak anlaşılması pek mümkün olmamaktadır.
Zira din kitaplarına biyoloji veya benzeri bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bizlere anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.
Hem bilimin, hem Kur-an’ın bizlere sunmuş olduğu ipuçlarıyla elde ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla beraber kaynak olarak kullanabileceğimiz bir ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler, günümüzden 100 Bin sene öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan toplulukları bizden 100 Bin sene önce yaşamıştır diyebiliriz.
İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu konu da bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalar ile insana ait en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgeler de var olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey bölgelerinde yaşam koşullarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine veya sayılarının azlığı sebebiyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor. Bu noktada karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir kısmı Afrika’ya göç etti ve burdan Dünya’ya yayıldı veya zaten Afrika’da ortaya çıkmıştı.
Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin sene önce ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da bütün dünya'ya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve kültürleri ortaya çıkartmışlardır.
Paleotik Çağ (M.Ö. 100.000 / M.Ö. 10.000)
İnsanoğlunun dünyayı mesken edindiği, farklı coğrafyalara yayıldığı ve Dünya toplumlarının temel unsurlarını oluşturmuş olduğu Paleotik dönem, yazılı kayıtların olmayışı ve sert iklim şartlarının ortaya çıkarttığı zorluklar sebebiyle yeterince aydınlatılamıyor. Bu sebepten ötürü Tarihçiler bu döneme karanlık ve kayıtsız tarih adını verilmekte. On binlerce seneden oluşan bu tarih dilimi, insanlığın temellerinin atıldığı bir dönem olmasının yanında en bilinmeyenli dönem unvanını da fazlası ile hak ediyor.
İki buçuk milyon sene önce başlayıp, 600 000 sene önce zirve noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin sene önce ısınmaya başlamış ve eninde sonunda 10 Bin sene önce bütünüyle sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri sebebiyle insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası, insanoğluyla beraber diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti. Doğa şartlarıyla beraber vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek mecburiyetinde olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun zamandır varlığını sürdürmekteydi.
Paleotik çağı yaşamakta olan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan korunaklı bölgeler de bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade edilen bu topluluk, zaman içinde doğal imkanlardan daha fazla yararlanmak amacı ile kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk defa ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal olanakları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.
Biyolojik olarak tam anlamı ile birbirlerine benzeyen bu topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 000 yıl kadar devam etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden bütünüyle kurtulabilmiş değildi. Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti.
Kuzeye doğru gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü. Kuzey bölgeleri buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti. Göç hareketinin, denize paralel olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar, kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz alandır.
Bu alan, çağımızda yaklaşık olarak 30 Km. dolayında bir mesafede bulunmaktadır. 70 Bin sene önce halen devam etmekte olan buzul çağının etkisiyle suların daha sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.
İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin sene önce gerçekleşen bu göç hareketiyle ilk insanların bir kısmı Afrika’da kalmış, göç hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor. Arap Yarım adası, bugün olduğu gibi bundan 70 Bin sene önce de Çöl iklimine sahipti.
Bu konu üstünde uzun süre çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok enteresan sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı çalışmaları, bu bölgeler de küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı. Üstelik bu bölgeler den göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar. Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak tespit edilmiş oldu.
Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden devam etmekte olan göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam manası ile bir vaha ile karşılaştılar.
Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge, bundan 70 Bin sene önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı bir iklimin etkisindeydi. Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge oluşturmuştu. İlk insanlar, önceden karşılaşmadıkları bu fevkalade çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağlamış olduğu imkanlarla bu bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi dolduran insanlar, zaman içinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.
İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır. Arap yarım adasının güneyinden sahil boyunca devam etmekte olan göç hareketi ile önce Asya’ya, sonra dünyanın bir çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu ile tanıştı.
Farklı coğrafyaların, farklı iklim şartlarının, farklı güneş ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk zamanlarında gırtlak sesleriyle anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular.
Bu lisanlar topluluklar arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller oluşmuş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, hali ile iletişim güçlükleri nedeniyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla çoğalan insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.
-Alinti-
İnsanlığın varoluşu hakkında muhtelif tez ve teoriler sunulmaktadır. Evrim teorisi, tüm canlıların suda oluşan bir bakteri hücresinden, insanlığında bu hücrenin evrim süreci içindeki gelişiminden türediğini tez olarak sunmaktadır. İslam dini ise insanlığın Adem ve Havva’nın yaradılışıyla türediğini tebliğ etmektedir. Buna mukabil Kur-an’ı Kerim’de Mü’minun suresi 12-14. Ayetlerinde “Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık” ifadesi mevcuttur. Kimi din alimleri bu ayetin evrim teorisiyle uyuştuğunu ifade etse de bu konudaki görüş şahsa münhasırdır.
Elbette biz insanlığın varoluşu konusunda görüşü kişilere bırakacağız. İnsanlığın varoluşuyla beraber başlayan Tarih sürecini inceleyerek , insanoğlunun etnik geçmişlerini özetleyeceğiz.
İlk Canlının Ortaya Çıkışı (3.7 Milyar Yıl)
Günümüzün gelişmiş yöntemleri ve bu tekniklere dayalı teorilerle ortaya sunulmakta olan teze göre 15 Milyar sene önce meydana gelen büyük patlamayla (Bing Bang) evren meydana gelmiş, 5 Milyar sene önce dünya kütlesi oluşmuş, 3.7 Milyar sene öncede Dünya üstündeki ilk protein ortaya çıkarak ilk canlı hücresi meydana gelmiştur. En azından günümüz olanaklarıyla ulaşılabilen en kabul edilebilir bulgu bu doğrultudadır.
İlerleyen yüzbinlerce senede, dünyanın ısı ve su dengesinin ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk sakinleri haline geldiler. 1800’lü senelerden itibaren yapılan çalışmalar ile gün yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca sene önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden milyonlarca sene önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın bizden önceki ev sahipleriydi.
Günümüzden 3.7 Milyar sene önce ortaya çıkan canlılık ve yine zaman içinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 sene önce meydana gelen büyük buzul çağıyla büyük oranda azaldı ve kimi türler bütünüyle yok oldu. Bu buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının gelişiminde ve çeşitliliğinde büyük oranda engelleyici rol oynadı. Hem canlı türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava şartlarının ipuçları bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz bir hayli kısıtlı.
2.500.000 sene önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine daha geniş yaşam olanakları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı koşullarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li senelerden sonra çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.
Buzul çağının bütünüyle son bulması ve yer kürenin buzul çağının etkisinden bütünüyle çıkması ancak 10.000 li senelerde mümkün olmuştur.
İlk İnsanın Ortaya Çıkışı (M.ö. 200.000 li seneler)
İlk insanın ortaya çıkışı. Açıkçası günümüz için halen bir bilinmeyen ve gizemli bir olgu. Evrenin varoluşunu, yerküre üstündeki ilk canlının ortaya çıkışını, milyonlarca sene önce yaşanmış buzul çağlarını ve canlı türlerini keşfedebilen bilim dünyası henüz İnsanlığın Varoluşu ile alakalı bilinmeyeni tam manası ile çözebilmiş değil.
Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulmakta olan teoriler temel dayanaklarında bile birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile alakalı bilinmeyene yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı olana itibar etmekle yetineceğiz.
Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor. Varoluşları 500 Bin sene öncesine dayandırılan bu türler, eksiksiz olarak insan sayılmamakla beraber hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan, bunun beraberinde aklıyla hareket eden bu türler, zaman içinde insana dönüşerek yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini tamamladığı kabul edilir.
Evrim teorisinin sunmuş olduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin senelerı arasında varolmuş, 200 Bin’li senelerden sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen bir çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun beraberinde hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üstünde münakaşaya devam ediliyor.
Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konu da kararsız. En azından tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma veya kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz bulgularla mantık yürüteceğiz.
Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, kuşkusuz hem dünya hem insan ile alakalı bir çok bilgi ve bulgu sunuyor. Bilimin, bilginin ve tarih bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem dünya üstünde yaşamakta olan canlılar hakkında bir çok bilimsel bulgu sunuyor olması hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını, hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz bilimsel verilere, günümüzden 1400 sene önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bizlere sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile alakalı ipuçlarını araştırırken de yararlı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.
Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bizlere insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an, insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de hülasa, cümle içerisindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini oluşturan ilk hücrenin suyla toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil olarak bir tarifte bulunmadığı için, belirtilen bu ipucunun şekil olarak anlaşılması pek mümkün olmamaktadır.
Zira din kitaplarına biyoloji veya benzeri bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bizlere anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.
Hem bilimin, hem Kur-an’ın bizlere sunmuş olduğu ipuçlarıyla elde ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla beraber kaynak olarak kullanabileceğimiz bir ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler, günümüzden 100 Bin sene öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan toplulukları bizden 100 Bin sene önce yaşamıştır diyebiliriz.
İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu konu da bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalar ile insana ait en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgeler de var olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey bölgelerinde yaşam koşullarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine veya sayılarının azlığı sebebiyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor. Bu noktada karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir kısmı Afrika’ya göç etti ve burdan Dünya’ya yayıldı veya zaten Afrika’da ortaya çıkmıştı.
Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin sene önce ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da bütün dünya'ya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve kültürleri ortaya çıkartmışlardır.
Paleotik Çağ (M.Ö. 100.000 / M.Ö. 10.000)
İnsanoğlunun dünyayı mesken edindiği, farklı coğrafyalara yayıldığı ve Dünya toplumlarının temel unsurlarını oluşturmuş olduğu Paleotik dönem, yazılı kayıtların olmayışı ve sert iklim şartlarının ortaya çıkarttığı zorluklar sebebiyle yeterince aydınlatılamıyor. Bu sebepten ötürü Tarihçiler bu döneme karanlık ve kayıtsız tarih adını verilmekte. On binlerce seneden oluşan bu tarih dilimi, insanlığın temellerinin atıldığı bir dönem olmasının yanında en bilinmeyenli dönem unvanını da fazlası ile hak ediyor.
İki buçuk milyon sene önce başlayıp, 600 000 sene önce zirve noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin sene önce ısınmaya başlamış ve eninde sonunda 10 Bin sene önce bütünüyle sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri sebebiyle insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası, insanoğluyla beraber diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti. Doğa şartlarıyla beraber vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek mecburiyetinde olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun zamandır varlığını sürdürmekteydi.
Paleotik çağı yaşamakta olan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan korunaklı bölgeler de bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade edilen bu topluluk, zaman içinde doğal imkanlardan daha fazla yararlanmak amacı ile kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk defa ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal olanakları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.
Biyolojik olarak tam anlamı ile birbirlerine benzeyen bu topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 000 yıl kadar devam etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden bütünüyle kurtulabilmiş değildi. Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti.
Kuzeye doğru gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü. Kuzey bölgeleri buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti. Göç hareketinin, denize paralel olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar, kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz alandır.
Bu alan, çağımızda yaklaşık olarak 30 Km. dolayında bir mesafede bulunmaktadır. 70 Bin sene önce halen devam etmekte olan buzul çağının etkisiyle suların daha sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.
İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin sene önce gerçekleşen bu göç hareketiyle ilk insanların bir kısmı Afrika’da kalmış, göç hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor. Arap Yarım adası, bugün olduğu gibi bundan 70 Bin sene önce de Çöl iklimine sahipti.
Bu konu üstünde uzun süre çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok enteresan sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı çalışmaları, bu bölgeler de küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı. Üstelik bu bölgeler den göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar. Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak tespit edilmiş oldu.
Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden devam etmekte olan göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam manası ile bir vaha ile karşılaştılar.
Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge, bundan 70 Bin sene önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı bir iklimin etkisindeydi. Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge oluşturmuştu. İlk insanlar, önceden karşılaşmadıkları bu fevkalade çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağlamış olduğu imkanlarla bu bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi dolduran insanlar, zaman içinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.
İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır. Arap yarım adasının güneyinden sahil boyunca devam etmekte olan göç hareketi ile önce Asya’ya, sonra dünyanın bir çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu ile tanıştı.
Farklı coğrafyaların, farklı iklim şartlarının, farklı güneş ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk zamanlarında gırtlak sesleriyle anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular.
Bu lisanlar topluluklar arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller oluşmuş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, hali ile iletişim güçlükleri nedeniyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla çoğalan insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.
-Alinti-