EUPHRAT
Yönetici
- Katılım
- 3 Ocak 2017
- Mesajlar
- 1,197
- Tepkime puanı
- 2,691
- Puanları
- 113
Bugün karşınızda el-etek öpenler, meydanlarda “Öl de ölelim” diyenler, ekranlarda methiyeler düzenler… Hiçbiri göründüğü gibi değil. Güvenilir, hiç değil.
slam’a antropolojik yaklaşımın lezzetini bana fark ettiren üç büyük çalışma vardır ki bence “İslam antropolojisi”nin de sacayağı kabul edilmeleri gerekir.
Birincisi, “yorumcu antropoloji”nin öncü ismi, Amerikalı antropolog Clifford Geertz’in Islam Observed: Religious Development in Morocco and Indonesia (1971) adlı kitabıdır.
İkincisi, Çek kökenli Britanyalı antropolog Ernest Gellner’in, İbni Haldun’un hem bir öncü sosyolog olarak önemini işaret ettiği, hem de onun İslam toplumunu anlama yolunda geliştirdiği düşünceler ve (“asabiye” gibi) anahtar kavramlar üzerine geniş değerlendirmelere yer verdiği Muslim Society (1981) adlı çalışmasıdır.
Ernest Gellner (1925-1995)
Nihayet, bir diğer Britanyalı antropolog Michael Gilsenan’ın Recognizing Islam: An Anthropologist’s Encounter (1982) adlı kitabıyla sacayağımız oluşur.
Gellner’le Londra’da yüz yüze gelme, onu dinleyip tanışma şansım oldu. Michael Gilsenan’la ise daha yakın ve “hassas” bir tanışıklığım var. Prof. Gilsenan, benim doktora tez jürimde yer almış olmasını her daim onurla hatırladığım bir isim. Elbette onunla birlikte Prof. Deniz Kandiyoti ve doktora tez danışmanlarımdan biri olan Prof. Richard Tapper’ı da öyle hatırlıyorum. Tabii onlarla bağlantılı olarak akademik yaşamımın en unutulmaz deneyimlerinden biri de Oxford’da, Gilsenan’ın o dönem çalışmalarını sürdürdüğü Magdalen College’da girdiğim doktora tez sınavıdır. Ben orada bu üç isimden, bu tür sınavların bizde olduğu gibi sınava giren açısından bir eziyet ya da karabasan değil, keyifli bir akademik tartışma fırsatı olduğunu öğrendim. (Görüyorsunuz, artık anılarımızı kaleme alma zamanı da gelip çatmış gibi!)
Michael Gilsenan
İslam’a “aymak”!
Gilsenan’ın Recognizing Islam adlı çalışmasının da bende ayrı bir yeri vardır. Kitap, aynen başlığındaki “recognizing” sözcüğünde yansıma bulduğu üzere, daha ilk sayfasından itibaren gözümü açmış, İslam “olgu”suna nasıl bakmak gerektiğini zihnimde netleştirmiş nefis bir çalışmadır. (Recognizing”, bir şeyin ayırtına varmak, onun iç yüzünü anlamak ve belki şimdilerde çok popüler olan tabirle “aymak” olarak karşılığı verilebilecek bir sözcük.)
Gilsenan’ın kitaba giriş cümlesi, eserin adıyla ne murat edildiğini derhal netleştirecek mahiyette şu şekildedir:
“İslam’a ilişkin kendi deneyimim, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına dair sürpriz ve sarsıcı bir fark edişle [recognition] başladı.”
Ardından bu “fark ediş”in nasıl olduğunu anlatarak devam eder. Kendisi 19 yaşında iken o dönem (1959) bir İngiliz sömürgesi olan Yemen’de “Yurtdışı Gönüllü Çalışma Servisi” adlı bir organizasyonun üyesi olarak bir yıllık öğretmenlik göreviyle bulunmaktadır. Hadramut Vadisi’nin ortasında, Peygamber soyundan geldiklerine inanılan “şerif” sülaleleriyle ayırt edilen ve bu şeriflerin dolaylı hakimiyetindeki Seiyun’dadır.
Günlerden bir gün, bir arkadaşıyla beraber sokakta bu “mübarek” şerif ailelerine mensup iki gençle karşılaşırlar. Genç şeriflerin başındaki yeşil sarık, üzerilerindeki krem rengi cübbeler ve çember sakalları, onların kutsiyetini fazlasıyla işaret etmektedir. Başka hiçbir grup böylesi bir “tezahür”le sokakta değildir.
Üzerlerinden bu şekilde tepeden tırnağa “kutsiyet”, “bereket” ve “şefaat” akan iki genç şerif, Gilsenan ve arkadaşını evlerine davet ederler. Onlarla yolda yürürken her şey nasıl da büyüleyicidir: Çöl, vaha, kutsal bir şehir, asırlara dayanan bir gelenek!.. Üstüne üstlük, atmosferin “kutsi”liğini daha da katmerlendirircesine, Gilsenan’ın da öğrencisi olan bir Yemenli gençle karşılaşırlar ve bu genç, şeriflerden birinin önünde saygıyla eğilerek onun elini öper.
Bu bağlamda şunları yazar Gilsenan: “Dünya mükemmel bir büyülü bahçe olarak karşımdaydı. Ve ben onun içine girmiştim. İslam’a ve Arap toplumuna dair zihnimdeki bütün imgeler, sorgulanmaya mahal olmaksızın buluşmuş, bir araya gelmişti.”
Hadramut Vadisi
Büyü bozumu
Sonra o iki genç şerifin yaşadıkları malikaneye gelirler. Ön kapı arkalarından kapanır ve büyü bozulur! Genç şerifler pencerelerin panjurlarını sıkı sıkıya kapatırlar ki kimse içeriyi göremesin. Işıklar açılır. Grundig marka teyp Batı müziği çalmaya başlar. Ülkede kesinkes yasak olan viski dolaptan çıkarılır. Artık daha fazla ne dini bir atmosfer vardır ne de dinden söz edilmektedir. Sohbet, şehirdeki ölgün sıkıcılık, yerli halkın cehaleti, alkollü içkilerin pahalılığı ve yaşamın Endonezya’da ne kadar harika olduğu üzerinden koyulaştırılır.
Gilsenan’ın yaşadığı şok büyüktür. Sokaktaki tablo sadece bir şov, bir “kutsallık şovu” mudur diye sorar o… Sokakta gözlemlediği, dine ve “dinî hiyerarşi”ye dair işaretler, evet, bunlar insanlar üzerinde hakimiyet kurmak için kullanılmakta gibidir. Ama bu, en azından kutsal bir aileye mensup o iki genç şerif açısından, evlerinin mahrem derinliklerine çekildikleri noktada onlarca tahammül edilmez bir yük olarak değerlendirilmektedir.
Ancak burada bitmez!
Gilsenan’a ikinci yumruk, şeriflerle yürürken sokakta karşılaştıkları öğrencisini ertesi gün tekrar gördüğünde iner. “Şimdi ellerini öpüyoruz” der o Yemenli genç ona… Ve tamamlar: “Ama sen ‘yarın’ı bekle!..”
Bu genç, bir “Nasırist”tir ve o yıllarda gücünün doruğunda olan, Arap milliyetçiliği ve birliğinin Batı emperyalizmi karşısında savunuculuğunun öncüsü durumundaki Mısır devlet başkanı Cemal Abdül Nasır sempatizanlarının toplandığı bir kulübün üyesidir.
Yemenli gencin son sözü de Gilsenan’ın yüzüne Britanya sömürge yönetiminin bir parçası/uzantısı olduğu gerçeğini çarpmak olur.
Geleceğin antropoloğunun bu gözlem ve deneyimden çıkardığı, belli ki onun antropolojiye yönelmesi yolunda da kışkırtıcı olmuş “kıssadan hisse” şudur:
“El öpme bir şovdu. Fakat her iki taraftaki aktörler [Peygamber soyundan geldiğine inanılan bir şerif ve ona dinen hürmette kusur etmeyen sıradan bir Yemenli genç] için bütünüyle birbirine karşıt anlamlara sahip bir şov. El öpme, saklı yorumları, tersine-çevrilmiş duygu-düşünceleri ve inkarları örten bir perdeydi” (M. Gilsenan, Recognizing Islam, Croom Helm, 1982, s. 9-11).
Yemen’deki şeriften, Londra’daki şeyhe…
Beni neredeyse “antropoloji ve din” üzerine akademik ihtisasımın başlangıcına kadar geriye götüren bu uzun paylaşımın sebebi, dikkatli ve sürekli okurlarımın hemen anlamış olabileceği üzere birkaç gün önce patlayan şu haber:
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Şarika kenti yöneticisi Sultan bin Muhammed El-Kasımî’nin oğlu Şeyh Halid bin Sultan El-Kasım, Londra’nın ultra lüks semti Knightsbridge’de 90 milyon sterlinlik evlerin arasında kaliteli bir apartman dairesinde uyuşturucudan ölü bulundu.
Dairede hem uyuşturucu kullanılmış hem de seks partisi yapılmış.
Yukarıda uzun uzun aktardıklarım doğrultusunda değerlendirildiğinde bunda hiç mi hiç şaşılacak bir şey yoktur. Prof Gilsenan’ın henüz 19 yaşında Yemen’de deneyimlediği üzere, benim de ondan ve diğer hocalarımdan beslenerek başlıklandırdığım üzere din, hayattan çıkıyor!..
Aynı şekilde, uyuşturucu ve fuhuştan hayatını kaybetmiş bu "kutsiyet abidesi" için ülkede 3 günlük yas ilan edilmiş olmasında da şaşılacak bir şey yoktur. On yıllar önce Yemen sokaklarında eli-eteği öpülen şeriflerin "gerçek hali" aslında nasıl biliniyorsa, şimdi de uyuşturucu ve seks bağımlısı şeyh için, onun gerçeğini de bile bile BAE’nin sade insanları bu yasa ağlaya ağlaya iştirak edeceklerdir!..
Ama elbette yine sanılmamalı ki bu “kutsiyet şovu”na hararetle iştirak edecek kitleler, yine tıpkı o şeriflerin elini öpen Yemenli genç gibi, derinden derine farklı, aykırı, karşıt motif ve motivasyonlara da sahip değillerdir.
Din, hep hayattan çıktı!
Peygamber Muhammed, 7’nci yüzyıl Hicaz’ında, değişmiş sosyoekonomik dinamikler ve koşullar sonucu hayatları savrulan insanların anlam krizini çözme yolunda manen ve maddeten müdahalede bulunmak üzere ortaya çıktı. Kabile parçalanmışlığı ve ağır bir eşitsizlik içindeki toplumsal örüntüyü “ümmet” birliğinde ve nispeten daha az eşitsizlik içeren bir devlet sosyopolitlk örgütlenmesine taşıyan kişi oldu. Bunun ideolojik temelini de putlara-tapma yani çoktanrıcılıktan tek mabut (Allah) temelli bir tektanrıcı maneviyat çerçevesine dayandırdı.
O zaman da din, hayattan çıkmıştır.
O zaman da aynen 1959 Yemen’inde ve 2019 Londra’sında karşımıza çıkan türden riyakârlıklar, tersine-çevrilmiş duygu ve düşünceler, inkardan gelmeler, elbette yüzeyde değil, ama derinden derine gırla gitmiştir.
Hiçbir şey İslam adına göründüğü gibi olmamıştır.
Peygamber ölür ölmez derhal peygamberlik iddiasında bulunanlar, ama savaşta sıkışınca “imana gelip” tekrar “Muhammedî”liğe dönenler ve gayet "pragmatik" mülahazalarla da hemen kabul görenler mi istersiniz!..
Sadece 3 vakit namaz koşuluyla İslam’ı kabul pazarlığı yapanlar mı istersiniz!..
Yoksa namazları kılmak, fakat zekât vermemek teklifinde bulunanlar mı istersiniz!..
Halife Ebubekir döneminden bir tek örnek olay bile, 20’nci-21’inci yüzyılların görünüşte “kutsî” ama esasta viskici şeriflerinin, görünüşte ulu ama esasta uçkurcu şeyhlerinin kökeninin erken İslam tarihine kadar geri gittiğini bize düşündürmeye yeter.
Prof. Neşet Çağatay’ın aktardığına göre, Peygamber öldükten sonra İslam’dan çıkmış bir kabile reisi olan Mâlik b. Nüveyre, Halid b. Velid tarafından yakalanır. Birileri o ve yakınlarının yakalanmadan önce tekrar Müslüman olduklarına şahitlik ederse de bu Mâlik ve onun soyu-sopundan pek çoklarının öldürülmesine mâni olmaz. Bir tek Mâlik’in karısı hariç! Halid b. Velid, Mâlik'in çok güzel olan karısı ile evlenir. Mâlik’in öldürülmesini de bu “evlenme” ile bağlantılı görenler olur. Olay Medine’de duyulunca iş büyür. Mâlik’in kardeşleri Medine’ye gelip kan davasında bulunurlar. Ömer, kısas yapılmasını, yani Halid’in de öldürülmesini ister. Ama Halife Ebubekir, “Yanlışlıkla olmuştur” diyerek Mâlik’in diyetini “Beyt-ül Mal”den (devlet hazinesinden) verir (N. Çağatay, 100 Soruda İslam Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972, s. 32324).
Çünkü Halid’e savaş meydanlarında, cihatta, gazada, ganimette ihtiyaç vardır!
Ve işte din, hayattan çıkmaktadır!..
Şerifler, şeyhler ve de reisler…
“Ders”in sonunda tekrar edelim: İslam’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Zahirde, yani yüzeyde büyüleyici bir kutsiyet halesi, bu kutsiyetin hitabetine soyunup onu temsil edenler ve bu kutsî temsiliyete teslim olmuş görünenler vardır.
Sahnelenen, bunlardır. Sokaklarda, meydanlarda, saraylarda ve şu ahir zamanın ekranlarında bunları görürsünüz.
Ama işte bir de sahne gerisi, perdenin arkası, kapalı kapıların ardı var. Tıpkı Yemenli şeriflerin, pencerelerin panjurlarını kapatmalarından sonra “fark edilenler” gibi…
Ve bunlar, her yerde olduğu gibi bu topraklarda da var.
Mesela meydanlarda kitlelere din, iman, Allah-Kitap bahsi açılıp “şehit edebiyatı” yapılırken, kapalı kapılar, sıkı sıkıya örtük perdeler arkasında, İmralı zindanlarında pazarlıklar yürütülür.
Her tarafta sade vatandaşlara “Allah’ın selâmı üzerinize olsun” diye gümbür gümbür seslenilirken, “salât u selâm”lar yüksek perdeden zikredilirken, mahrem noktalarda fısır fısır “sıfırla sıfırla” sesleri zar-zor duyula gelir.
Ve ne bir zamanlar herkesin gözü önünde bağıra bağıra arşa yükselen “Muhterem Hocaefendi Hazretleri” sözleri, “Gel de bitsin bu hasret”sitayişleri şovdan öteye bir şeydir…
Ne de o zaman böyle lakırdılar edenlerin şimdi Pensilvanya’ya lanetler yağdırıp, “Hocaefendi”den “Deccal” lafzına yürümeleri şovdan öteye gitmektedir.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir!..
En çok da bugün bir tek adam konumunda yarı-kutsî, kült bir varlığa dönüştürülmüş olanlara karşı tâzimler, teberrükler, iltifatlar;
Onu “Emir’ül-Müminin” saymalar, “Meşihat Makamı” kılmalar;
“Ümmetin ümidi” diye yere göğe koyamamalar, önünde el-pençe divan durmalar;
Bunların hiçbiri göründüğü gibi değildir.
Profesör Gilsenan’ın Yemen’de karşısına çıkan; önce “kutsallar kutsalı” şerifin elini öpen; sonra ertesi gün ona “Bugün ellerini öpüyoruz ama yarınlarda göreceksin” diyen genç, başka zamanların-diyarların şeriflerine, seyitlerine, şeyhlerine, emirlerine, reislerine ibret olmalı...
Bugün karşınızda el-etek öpenler, meydanlarda “Öl de ölelim” diyenler, ekranlarda methiyeler düzenler… Hiçbiri göründüğü gibi değil. Güvenilir, hiç değil.
Çevrenizde, yakınınızda, yanı başınızda bunu söyleyecek kimse yok. Çünkü onlar da göründüğü gibi değil.
Şöyle garip bencileyin bir antropolog olarak biz söyleyelim, hayrımız dokunsun!..
slam’a antropolojik yaklaşımın lezzetini bana fark ettiren üç büyük çalışma vardır ki bence “İslam antropolojisi”nin de sacayağı kabul edilmeleri gerekir.
Birincisi, “yorumcu antropoloji”nin öncü ismi, Amerikalı antropolog Clifford Geertz’in Islam Observed: Religious Development in Morocco and Indonesia (1971) adlı kitabıdır.
İkincisi, Çek kökenli Britanyalı antropolog Ernest Gellner’in, İbni Haldun’un hem bir öncü sosyolog olarak önemini işaret ettiği, hem de onun İslam toplumunu anlama yolunda geliştirdiği düşünceler ve (“asabiye” gibi) anahtar kavramlar üzerine geniş değerlendirmelere yer verdiği Muslim Society (1981) adlı çalışmasıdır.
Ernest Gellner (1925-1995)
Nihayet, bir diğer Britanyalı antropolog Michael Gilsenan’ın Recognizing Islam: An Anthropologist’s Encounter (1982) adlı kitabıyla sacayağımız oluşur.
Gellner’le Londra’da yüz yüze gelme, onu dinleyip tanışma şansım oldu. Michael Gilsenan’la ise daha yakın ve “hassas” bir tanışıklığım var. Prof. Gilsenan, benim doktora tez jürimde yer almış olmasını her daim onurla hatırladığım bir isim. Elbette onunla birlikte Prof. Deniz Kandiyoti ve doktora tez danışmanlarımdan biri olan Prof. Richard Tapper’ı da öyle hatırlıyorum. Tabii onlarla bağlantılı olarak akademik yaşamımın en unutulmaz deneyimlerinden biri de Oxford’da, Gilsenan’ın o dönem çalışmalarını sürdürdüğü Magdalen College’da girdiğim doktora tez sınavıdır. Ben orada bu üç isimden, bu tür sınavların bizde olduğu gibi sınava giren açısından bir eziyet ya da karabasan değil, keyifli bir akademik tartışma fırsatı olduğunu öğrendim. (Görüyorsunuz, artık anılarımızı kaleme alma zamanı da gelip çatmış gibi!)
Michael Gilsenan
İslam’a “aymak”!
Gilsenan’ın Recognizing Islam adlı çalışmasının da bende ayrı bir yeri vardır. Kitap, aynen başlığındaki “recognizing” sözcüğünde yansıma bulduğu üzere, daha ilk sayfasından itibaren gözümü açmış, İslam “olgu”suna nasıl bakmak gerektiğini zihnimde netleştirmiş nefis bir çalışmadır. (Recognizing”, bir şeyin ayırtına varmak, onun iç yüzünü anlamak ve belki şimdilerde çok popüler olan tabirle “aymak” olarak karşılığı verilebilecek bir sözcük.)
Gilsenan’ın kitaba giriş cümlesi, eserin adıyla ne murat edildiğini derhal netleştirecek mahiyette şu şekildedir:
“İslam’a ilişkin kendi deneyimim, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına dair sürpriz ve sarsıcı bir fark edişle [recognition] başladı.”
Ardından bu “fark ediş”in nasıl olduğunu anlatarak devam eder. Kendisi 19 yaşında iken o dönem (1959) bir İngiliz sömürgesi olan Yemen’de “Yurtdışı Gönüllü Çalışma Servisi” adlı bir organizasyonun üyesi olarak bir yıllık öğretmenlik göreviyle bulunmaktadır. Hadramut Vadisi’nin ortasında, Peygamber soyundan geldiklerine inanılan “şerif” sülaleleriyle ayırt edilen ve bu şeriflerin dolaylı hakimiyetindeki Seiyun’dadır.
Günlerden bir gün, bir arkadaşıyla beraber sokakta bu “mübarek” şerif ailelerine mensup iki gençle karşılaşırlar. Genç şeriflerin başındaki yeşil sarık, üzerilerindeki krem rengi cübbeler ve çember sakalları, onların kutsiyetini fazlasıyla işaret etmektedir. Başka hiçbir grup böylesi bir “tezahür”le sokakta değildir.
Üzerlerinden bu şekilde tepeden tırnağa “kutsiyet”, “bereket” ve “şefaat” akan iki genç şerif, Gilsenan ve arkadaşını evlerine davet ederler. Onlarla yolda yürürken her şey nasıl da büyüleyicidir: Çöl, vaha, kutsal bir şehir, asırlara dayanan bir gelenek!.. Üstüne üstlük, atmosferin “kutsi”liğini daha da katmerlendirircesine, Gilsenan’ın da öğrencisi olan bir Yemenli gençle karşılaşırlar ve bu genç, şeriflerden birinin önünde saygıyla eğilerek onun elini öper.
Bu bağlamda şunları yazar Gilsenan: “Dünya mükemmel bir büyülü bahçe olarak karşımdaydı. Ve ben onun içine girmiştim. İslam’a ve Arap toplumuna dair zihnimdeki bütün imgeler, sorgulanmaya mahal olmaksızın buluşmuş, bir araya gelmişti.”
Hadramut Vadisi
Büyü bozumu
Sonra o iki genç şerifin yaşadıkları malikaneye gelirler. Ön kapı arkalarından kapanır ve büyü bozulur! Genç şerifler pencerelerin panjurlarını sıkı sıkıya kapatırlar ki kimse içeriyi göremesin. Işıklar açılır. Grundig marka teyp Batı müziği çalmaya başlar. Ülkede kesinkes yasak olan viski dolaptan çıkarılır. Artık daha fazla ne dini bir atmosfer vardır ne de dinden söz edilmektedir. Sohbet, şehirdeki ölgün sıkıcılık, yerli halkın cehaleti, alkollü içkilerin pahalılığı ve yaşamın Endonezya’da ne kadar harika olduğu üzerinden koyulaştırılır.
Gilsenan’ın yaşadığı şok büyüktür. Sokaktaki tablo sadece bir şov, bir “kutsallık şovu” mudur diye sorar o… Sokakta gözlemlediği, dine ve “dinî hiyerarşi”ye dair işaretler, evet, bunlar insanlar üzerinde hakimiyet kurmak için kullanılmakta gibidir. Ama bu, en azından kutsal bir aileye mensup o iki genç şerif açısından, evlerinin mahrem derinliklerine çekildikleri noktada onlarca tahammül edilmez bir yük olarak değerlendirilmektedir.
Ancak burada bitmez!
Gilsenan’a ikinci yumruk, şeriflerle yürürken sokakta karşılaştıkları öğrencisini ertesi gün tekrar gördüğünde iner. “Şimdi ellerini öpüyoruz” der o Yemenli genç ona… Ve tamamlar: “Ama sen ‘yarın’ı bekle!..”
Bu genç, bir “Nasırist”tir ve o yıllarda gücünün doruğunda olan, Arap milliyetçiliği ve birliğinin Batı emperyalizmi karşısında savunuculuğunun öncüsü durumundaki Mısır devlet başkanı Cemal Abdül Nasır sempatizanlarının toplandığı bir kulübün üyesidir.
Yemenli gencin son sözü de Gilsenan’ın yüzüne Britanya sömürge yönetiminin bir parçası/uzantısı olduğu gerçeğini çarpmak olur.
Geleceğin antropoloğunun bu gözlem ve deneyimden çıkardığı, belli ki onun antropolojiye yönelmesi yolunda da kışkırtıcı olmuş “kıssadan hisse” şudur:
“El öpme bir şovdu. Fakat her iki taraftaki aktörler [Peygamber soyundan geldiğine inanılan bir şerif ve ona dinen hürmette kusur etmeyen sıradan bir Yemenli genç] için bütünüyle birbirine karşıt anlamlara sahip bir şov. El öpme, saklı yorumları, tersine-çevrilmiş duygu-düşünceleri ve inkarları örten bir perdeydi” (M. Gilsenan, Recognizing Islam, Croom Helm, 1982, s. 9-11).
Yemen’deki şeriften, Londra’daki şeyhe…
Beni neredeyse “antropoloji ve din” üzerine akademik ihtisasımın başlangıcına kadar geriye götüren bu uzun paylaşımın sebebi, dikkatli ve sürekli okurlarımın hemen anlamış olabileceği üzere birkaç gün önce patlayan şu haber:
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Şarika kenti yöneticisi Sultan bin Muhammed El-Kasımî’nin oğlu Şeyh Halid bin Sultan El-Kasım, Londra’nın ultra lüks semti Knightsbridge’de 90 milyon sterlinlik evlerin arasında kaliteli bir apartman dairesinde uyuşturucudan ölü bulundu.
Dairede hem uyuşturucu kullanılmış hem de seks partisi yapılmış.
Yukarıda uzun uzun aktardıklarım doğrultusunda değerlendirildiğinde bunda hiç mi hiç şaşılacak bir şey yoktur. Prof Gilsenan’ın henüz 19 yaşında Yemen’de deneyimlediği üzere, benim de ondan ve diğer hocalarımdan beslenerek başlıklandırdığım üzere din, hayattan çıkıyor!..
Aynı şekilde, uyuşturucu ve fuhuştan hayatını kaybetmiş bu "kutsiyet abidesi" için ülkede 3 günlük yas ilan edilmiş olmasında da şaşılacak bir şey yoktur. On yıllar önce Yemen sokaklarında eli-eteği öpülen şeriflerin "gerçek hali" aslında nasıl biliniyorsa, şimdi de uyuşturucu ve seks bağımlısı şeyh için, onun gerçeğini de bile bile BAE’nin sade insanları bu yasa ağlaya ağlaya iştirak edeceklerdir!..
Ama elbette yine sanılmamalı ki bu “kutsiyet şovu”na hararetle iştirak edecek kitleler, yine tıpkı o şeriflerin elini öpen Yemenli genç gibi, derinden derine farklı, aykırı, karşıt motif ve motivasyonlara da sahip değillerdir.
Din, hep hayattan çıktı!
Peygamber Muhammed, 7’nci yüzyıl Hicaz’ında, değişmiş sosyoekonomik dinamikler ve koşullar sonucu hayatları savrulan insanların anlam krizini çözme yolunda manen ve maddeten müdahalede bulunmak üzere ortaya çıktı. Kabile parçalanmışlığı ve ağır bir eşitsizlik içindeki toplumsal örüntüyü “ümmet” birliğinde ve nispeten daha az eşitsizlik içeren bir devlet sosyopolitlk örgütlenmesine taşıyan kişi oldu. Bunun ideolojik temelini de putlara-tapma yani çoktanrıcılıktan tek mabut (Allah) temelli bir tektanrıcı maneviyat çerçevesine dayandırdı.
O zaman da din, hayattan çıkmıştır.
O zaman da aynen 1959 Yemen’inde ve 2019 Londra’sında karşımıza çıkan türden riyakârlıklar, tersine-çevrilmiş duygu ve düşünceler, inkardan gelmeler, elbette yüzeyde değil, ama derinden derine gırla gitmiştir.
Hiçbir şey İslam adına göründüğü gibi olmamıştır.
Peygamber ölür ölmez derhal peygamberlik iddiasında bulunanlar, ama savaşta sıkışınca “imana gelip” tekrar “Muhammedî”liğe dönenler ve gayet "pragmatik" mülahazalarla da hemen kabul görenler mi istersiniz!..
Sadece 3 vakit namaz koşuluyla İslam’ı kabul pazarlığı yapanlar mı istersiniz!..
Yoksa namazları kılmak, fakat zekât vermemek teklifinde bulunanlar mı istersiniz!..
Halife Ebubekir döneminden bir tek örnek olay bile, 20’nci-21’inci yüzyılların görünüşte “kutsî” ama esasta viskici şeriflerinin, görünüşte ulu ama esasta uçkurcu şeyhlerinin kökeninin erken İslam tarihine kadar geri gittiğini bize düşündürmeye yeter.
Prof. Neşet Çağatay’ın aktardığına göre, Peygamber öldükten sonra İslam’dan çıkmış bir kabile reisi olan Mâlik b. Nüveyre, Halid b. Velid tarafından yakalanır. Birileri o ve yakınlarının yakalanmadan önce tekrar Müslüman olduklarına şahitlik ederse de bu Mâlik ve onun soyu-sopundan pek çoklarının öldürülmesine mâni olmaz. Bir tek Mâlik’in karısı hariç! Halid b. Velid, Mâlik'in çok güzel olan karısı ile evlenir. Mâlik’in öldürülmesini de bu “evlenme” ile bağlantılı görenler olur. Olay Medine’de duyulunca iş büyür. Mâlik’in kardeşleri Medine’ye gelip kan davasında bulunurlar. Ömer, kısas yapılmasını, yani Halid’in de öldürülmesini ister. Ama Halife Ebubekir, “Yanlışlıkla olmuştur” diyerek Mâlik’in diyetini “Beyt-ül Mal”den (devlet hazinesinden) verir (N. Çağatay, 100 Soruda İslam Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972, s. 32324).
Çünkü Halid’e savaş meydanlarında, cihatta, gazada, ganimette ihtiyaç vardır!
Ve işte din, hayattan çıkmaktadır!..
Şerifler, şeyhler ve de reisler…
“Ders”in sonunda tekrar edelim: İslam’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Zahirde, yani yüzeyde büyüleyici bir kutsiyet halesi, bu kutsiyetin hitabetine soyunup onu temsil edenler ve bu kutsî temsiliyete teslim olmuş görünenler vardır.
Sahnelenen, bunlardır. Sokaklarda, meydanlarda, saraylarda ve şu ahir zamanın ekranlarında bunları görürsünüz.
Ama işte bir de sahne gerisi, perdenin arkası, kapalı kapıların ardı var. Tıpkı Yemenli şeriflerin, pencerelerin panjurlarını kapatmalarından sonra “fark edilenler” gibi…
Ve bunlar, her yerde olduğu gibi bu topraklarda da var.
Mesela meydanlarda kitlelere din, iman, Allah-Kitap bahsi açılıp “şehit edebiyatı” yapılırken, kapalı kapılar, sıkı sıkıya örtük perdeler arkasında, İmralı zindanlarında pazarlıklar yürütülür.
Her tarafta sade vatandaşlara “Allah’ın selâmı üzerinize olsun” diye gümbür gümbür seslenilirken, “salât u selâm”lar yüksek perdeden zikredilirken, mahrem noktalarda fısır fısır “sıfırla sıfırla” sesleri zar-zor duyula gelir.
Ve ne bir zamanlar herkesin gözü önünde bağıra bağıra arşa yükselen “Muhterem Hocaefendi Hazretleri” sözleri, “Gel de bitsin bu hasret”sitayişleri şovdan öteye bir şeydir…
Ne de o zaman böyle lakırdılar edenlerin şimdi Pensilvanya’ya lanetler yağdırıp, “Hocaefendi”den “Deccal” lafzına yürümeleri şovdan öteye gitmektedir.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir!..
En çok da bugün bir tek adam konumunda yarı-kutsî, kült bir varlığa dönüştürülmüş olanlara karşı tâzimler, teberrükler, iltifatlar;
Onu “Emir’ül-Müminin” saymalar, “Meşihat Makamı” kılmalar;
“Ümmetin ümidi” diye yere göğe koyamamalar, önünde el-pençe divan durmalar;
Bunların hiçbiri göründüğü gibi değildir.
Profesör Gilsenan’ın Yemen’de karşısına çıkan; önce “kutsallar kutsalı” şerifin elini öpen; sonra ertesi gün ona “Bugün ellerini öpüyoruz ama yarınlarda göreceksin” diyen genç, başka zamanların-diyarların şeriflerine, seyitlerine, şeyhlerine, emirlerine, reislerine ibret olmalı...
Bugün karşınızda el-etek öpenler, meydanlarda “Öl de ölelim” diyenler, ekranlarda methiyeler düzenler… Hiçbiri göründüğü gibi değil. Güvenilir, hiç değil.
Çevrenizde, yakınınızda, yanı başınızda bunu söyleyecek kimse yok. Çünkü onlar da göründüğü gibi değil.
Şöyle garip bencileyin bir antropolog olarak biz söyleyelim, hayrımız dokunsun!..