Hanife ve bazı menkıbeleri

“Kişi¸ kendi yaptığı güzellik ve iyilikleri riya olmasın diye başka bir kimse üzerinden menkıbe tarzında da anlatabilir. Fakat bu işin dinen sakıncalı tarafları da vardır. Bu sakıncaların başında¸ aslı astarı olmayan menkıbelerin uydurularak¸ dinî düşüncede meydana getireceği yanlışlıklar hesaba katılmadan anlatılması gelmektedir.”

Tarihimizde ve özellikle tasavvufî bakış açısını önemseyen dindarların hayatında menkıbelerin önemli bir yeri vardır. Menkıbeler çoğu zaman tasavvufî sohbetlerin konusunu veya en azından ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. Usûlüne uygun¸ dinî nasslarla çatışmayan ve bilinen gerçeklere aykırı olmayan menkıbelerin anlatılması dinen bir sakınca taşımaz. Özellikle de insanları takvaya¸ hayra ve iyiliğe teşvik ve davet ederken menkıbelerden yararlanılabilir. Kişi¸ kendi yaptığı güzellik ve iyilikleri riya olmasın diye başka bir kimse üzerinden menkıbe tarzında da anlatabilir. Fakat bu işin dinen sakıncalı tarafları da vardır. Bu sakıncaların başında¸ aslı astarı olmayan menkıbelerin uydurularak¸ dinî düşüncede meydana getireceği yanlışlıklar hesaba katılmadan anlatılması gelmektedir. Bu yüzden de menkıbe deyip geçmemek gerekir. Menkıbe üzerine kurulu bir dinî hayatın da zaman zaman insanı yanlışlara sürükleyebileceğini unutmamak gerekir. Sonuçta biz dinî bilgiyi menkıbelerden değil¸ edille-i şeriyyeden (şer'î deliller) öğrenmekteyiz. Menkıbeleri de bunların ışığında değerlendirmek mecburiyetinde olduğumuzu bilmeliyiz.

Kültürümüzde menkıbenin ne anlama geldiği¸ nerelerde ve nasıl kullanıldığı meselesine baktığımız zaman şunu görürüz:

Menkıbe¸ övünülecek güzel iş demektir. Genelde bir zatın güzel ahlakından ve faziletlerinden bahseden eserlere “menkıbe” adı verilir. Hadis kitaplarında III.(IX) yüzyıldan itibaren Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabının faziletlerine dair hadisleri ihtiva eden bölümlerin adı da “Kitâbü'l-Menâkıb” olarak adlandırılmıştır. Sahabe¸ mezhep imamları¸ bazı kabileler ve sultanlar için menkıbeler oluşturulmuştur. Bunlara dair pek çok menakıbname de yazılmıştır.

Tasavvufta menkıbelerin önemli bir yeri olduğunu bilmekteyiz. Temel unsuru keramet ve onu gösteren velîlerin yüceltilmesi olan “menâkıb kitapları” başlangıçta sadece tarikat pîrleri için yazılmıştır. Ancak¸ zamanla¸ tarikat içinde önemli yere sahip şeyhleri¸ tarikatın silsilesinde yer alan diğer sûfîleri ve şeyhin halifeleriyle şeyh ailelerini de içine alacak şekilde genişletilmiştir. Ayrıca bir bölge veya şehirde yaşayan velîlerin menkıbelerinin anlatıldığı eserler de kaleme alınmıştır.

Tasavvufun III. (IX.) yüzyıldan sonra İslâm dünyasında yaygınlık kazanmasıyla birlikte menkıbe kelimesi sûfîlerin hikmetli sözlerini ve örnek alınacak faziletli davranışlarını ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.

Evliya menkıbeleri; masal¸ efsane ve destan gibi olağanüstü olayların anlatıldığı edebî türler içinde değerlendirilmektedir. Ancak konularının gerçek ve kutsal kişiler (velîler) olması¸ bunların yaşadıkları zaman ve mekânın bilinmesi¸ anlatılan olayın gerçek olduğuna inanılması¸ sade bir üslûpla yazılmış olmaları itibariyle diğer türlerden ayrılır.

Menâkıb kitapları¸ kerametleri nakledilen velînin yüceliğini müridlere anlatarak onun tarikata daha sıkı şekilde bağlanmasını sağlamak¸ tarikata yaygınlık kazandırmak amacıyla genellikle o tarikatın mensuplarından biri tarafından meydana getirilir.1

Menkıbe kitapları güvenilirlik bakımından tartışmaya açık bilgiler içerirler. Dolayısıyla¸ ilgili kişiyi olabildiği kadar övme maksadı esas olduğu için bu tür kitapları kendi türü içinde değerlendirmek gerekir.

İmam-ı Azam Ebû Hanife Menkıbeleri

İmam-ı Azam Ebû Hanife için de pek çok menkıbe anlatılmış ve bu konuda Hicri 4. asırdan başlanarak pek çok kitap kaleme alınmıştır. Tespitlere göre onun menakıbı ile ilgili ilk kitap Hicri 308 tarihinde vefat eden Ahmed b. Es-Salt tarafından kaleme alınmıştır. Bunu diğer menakıbnameler takip etmiştir. Bunlar içerisinde manzum olanlar da vardır. Mesela¸ meşhur sûfi Şemseddin Sivasî¸ Ebû Hanife hakkında manzum bir menkıbe kitabı yazmıştır.

Halk arasında Ebû Hanife'ye dair efsane de denilebilecek ve gerçekliği hayli tartışmalı pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Birinci menkıbe: Babası Sabit'in abdest alırken bir başkasının bahçesinden suya düşen elmayı ısırıp sonra haram olduğunu anlayınca tükürmesi ancak suyundan biraz ağzına gitmesi meselesi böyledir. Anlatılan bu menkıbeye göre Ebû Hanife'nin babası bu elmadan ısırdıktan sonra annesi kendisine hamile kalmıştır. Babası eğer bu haram elmanın suyunu ağzına kaçırmamış olsaydı¸ İmam Ebû Hanife daha büyük imam olurdu. Ancak bu menkıbenin aslı astarı yoktur. Bu tür menkıbelerin anlatılması helal haram duyarlılığına gerekli hassasiyetin gösterilmesi içindir.

İkinci menkıbe: Bir başka menkıbeye göre¸ “Ebu Hanife”¸ “Hanife'nin babası” demektir. Bu lakap kendisine neden verilmiştir? Çünkü onun Hanife adında bir kızı vardır. Bir gün Ebû Hanife eve gelmiş ve kara kara düşünmektedir. Kızı Hanife kendisine¸ neden düşünceli olduğunu sorar. O ise¸ “Kızım bana bugün bir fıkhî mesele soruldu¸ fakat tatmin edici cevap veremedim onu düşünüyorum.” der. Kızı¸ o meselenin ne olduğunu sorar¸ babası da¸ taharetlenen kimsenin avret mahallini ne kadar yıkaması gerekir¸ der. Kızı Hanife ise hemen babasının yani İmam-ı Azam Ebû Hanife'nin imdadına yetişir ve der ki: “Babacığım ondan kolay ne var¸ biz kapları gıcır gıcır edene kadar yıkar ve temiz olduğuna hükmederiz¸ taharet de böyle olmalıdır.” Bu cevabı duyan Ebû Hanife çok sevinir ve bu zor(!) meselenin çözümünde kendisine yol gösteren bu kızının adını kendisine künye yapar ve artık ‘Ebû Hanife' olarak anılır. Hatta mezhebi bile Hanefî mezhebi olup bu kızın adını taşımaktadır. Bu menkıbenin halk arasında anlatılması aile fertlerinin görüşlerine gereken değerin verilmesi içindir.

Menkıbe budur¸ fakat bunun hiçbir gerçek tarafı yoktur. Bir kere Ebû Hanife'nin böyle bir kızı yoktur. İkincisi¸ bu Ebû Hanife'nin çözemeyeceği kadar zor bir mesele değildir.

Üçüncü menkıbe: Hayatı boyunca ilim tahsil eden Ebû Hanife¸ tasavvufa ve tarikata bağlanmamıştır. Ancak hayatının son iki yılında İmam Cafer Sâdık'la da zaman zaman münasebetleri olduktan sonra tasavvufa yönelmiş¸ hatta bir tarikata girmiş¸ ondan sonra da şu sözü söylemiştir: “Levle's-senetân le heleke'n-Nu'mân/İki sene olmasaydı Numan helak olurdu.” Bu menkıbenin halk arasında anlatılmasının ana gayesi ise tasavvufa ve mutasavvıflara gereken değerin verilmesi amaçlıdır.

Buna göre Ebû Hanife hayatının son iki yılına kadar zühd ve takvadan habersiz yaşıyor¸ son iki yılında özellikle İmam Cafer Sâdık'la tanışınca tasavvufu keşfediyor ve bu yola giriyor. Sonra da tasavvufsuz geçen yıllarına vahlanıyor. Tarihe baktığımız zaman ise bu menkıbeyi doğrulatacak hiçbir bilgi göremiyoruz. Üstelik burada tasavvufun önemini anlatan bir söylem yanında¸ Ebû Hanife'yi yerin dibine batıran ve takvadan yoksun biri olarak gösteren bir anlatım da var. Hâlbuki Ebû Hanife hayatının her safhasında zühd ve takva ve güzel ahlakla meşhur olmuştur. Onun yaşadığı dönem zühd ve takva dönemidir. Fakat tasavvuf henüz ayrı bir disiplin haline gelmemiştir. Nitekim Sülemi ve Ebû Nuaym gibi evliya tabakatına dair ilk eserleri yazan müellifler kitaplarında bu rivayetlere yer vermemişlerdir. Bu da bu tür olayların güvenilir olmadığını veya o dönemden sonra ortaya atıldığını göstermektedir.
 
Üst
Alt