- Katılım
- 4 Haz 2017
- Mesajlar
- 10,838
- Tepkime puanı
- 5,175
- Puanları
- 0
- Cinsiyet
- Erkek
[h=3][/h][FONT="]
İlişki sorunları son çeyrek yüzyılda terapiye en sık getirilen soruna dönüştü. Korkutucu seviyeye erişen boşanma oranları, eş/sevgili cinayetleri, evlilik dışı ilişkiler, aldatılmanın sarılamayan yaraları diye uzayıp giden bir sorun listesiyle karşı karşıyayız. Ama bu yazının amacı bu bitimsiz sorunları, nedenlerini, çözümlerini listelemek değil. Kıymetli hocam Kemal Sayar’ın da bir eserinde(Kalbin Direnişi) değindiği –ki yazımda esin kaynağı olmuştur- bir boyutla ilgili kısa bir değerlendirme, belki de öz eleştiri yapmak niyetindeyim.
İlişki sorunuyla gelenlerden en sık duyduğum şikayeti belirterek başlayayım:’’ eşim beni sevdiğini çok nadiren söyler, bana romantik sürprizler yapmaz, gün içinde hiç aramaz, mesaj bile atmaz, bu nasıl aşktır anlamadım’’diye devam eder… Öncelikle söylemeliyim ki, profesyonel hayatımda hiçbir danışanımın sorununa yukardan bakmadım, ötelemedim. her zaman danışanımla hemhal olmayı, insan olmak paydasında eşitlendiğimiz gerçeğini ve bu eşitlik içinde empati kurmayı önemsedim. Bu yazıda da amacım bu sorunları yok saymak ya da küçümsemek değil, neden böyle bir sorunla boğuştuğumuz gerçeğine eğilmek.
Kapitalizm insanlığa önce yeni ihtiyaçlar/arzular sundu, ardından bu ihtiyaçları giderecek metaları ortaya çıkardı, ilişkiler de çaresizce kapitalizmin kurbanları arasına karıştı. Duygusal ilişkilerde sevginin yeni ölçüm aracı gün içinde atılan mesaj sayısı, telefonlaşma sıklığı oldu. Bu bilincin yaptığı çıkarım da ‘mesaj atmıyor,demek ki beni sevmiyor’a ulaştı. Arz- talep dengesini bilirsiniz. İlişkide talep edilen aralıksız (hatta boğucu) seviyede iletişim olarak belirtilince arz da buna göre gelişti. Sonuç? Çiçek almayı bilen ama gönül alırken bocalayan, günde on kez mesaj atan ama eşiyle yan yana gelince telefonunu bırakamayan, beylik cümlelerle gün içinde defalarca konuşan ama sessizliğin zenginliğini keşfedemeyen çiftler ortaya çıktı. Yapılan evlilik teklifini değerli kılan, nasıl yapıldığı oldu. Eğer erkek şaşırtıcı, romantik, ince düşünülmüş bir organizasyon düzenleyemediyse bu teklifi pek de önemsemediği düşünülür oldu.
Şüphesiz ilişkide var olduğunu hissetmek, sevilmek çok insani bir ihtiyaç, ancak sorunu ortaya çıkaran varoluşun bağlı olduğu noktalarda, yani varolduğunu hissetme ölçütleri. Günümüzün aşıkları her alanda (sanal dünya başta olmak üzere) görünür olmak istiyor. Dünya alem görmeli bu birlikteliği, ne kadar bilinirsek o kadar güçlüdür bu aşk, o beni ne kadar dillendirirse o kadar seviyordur, bana ne kadar vakit ayırırsa o kadar var olurum bu ilişkide düşünceleriyle dolu zihinler. Zihinler dedim çünkü burada odak noktası kalp değil. Hiç kimsenin diğerine içindeki yansımasını görmeye ayıracak vakti yok, mesaj sesleriyle dolan kulaklar, sanal dünya takibiyle yorulan gözlerle zaten içimizi görmek-duymak imkansız hale geldi. İç dünyanın melodisi azaldıkça dışarının gürültüsü arttı. Yüksek vaatler, şaşaalı düğünler, iddialı sevgi sözcükleriyle başlayan ilişkilerin ne kadar kısa sürdüğünü artık hepimiz görüyoruz.
Öyleyse ne yapılabilir? Büyük vaatlerden, iddialardan kaçınarak kişiliği ve muhabbeti ön plana çıkarmak ilk adım bence. Biz’in içinde sağlıklı bir birey olarak ben nasıl var olurum ve seni nasıl var edebilirim gibi bireyleri öldürmeden, biz olma potasında eritmeyi başarabiliriz. Benlikten bir parça, bizlikten bir parça daha ekleyerek yeni bir kimlik oluşturabiliriz. Aşkın değiştiren/dönüştüren kimyasının bizde güzel değişiklikler oluşturmasına müsaade edebiliriz. İlişkiyi, benliği öldüren değil aksine benlikte yeni filizler dirilten bir seyire sokabiliriz. Verdikçe azalan değil, paylaşarak artan bir çift olabiliriz. Muhabbeti yıkıcı değil yapıcı bir akışta yaşayabiliriz.
Peki bu mümkün mü? Evet, Gürültüyü sonlandırırsak mümkün. Yani, İlişkiyi daha sakin, dingin bir zemine oturtarak, hasret ve vuslatın tadına varmak için aramızda nefes alacak kadar mesafe bırakarak, sanal dünyada değil aşkı içimizde haykırarak, dıs dünya sahnesinde değil gözlerden uzakta sevgimizi göstererek bu mümkün.
Hayat arkadaşınızın sizi ne kadar sevdiğini anlamak için mesajlarına, telefonlaşma sıklığına, sanal dünyadaki paylaşımlarına değil, sadece sessizce gözlerine bakın. Başka hiçbir sevgi gösterisi bir çift göz kadar insanı ele veremez.
Sevgiyi haykırarak değil fısıltılarla yaşarsak, dışarının gürültüsünden çok kalplerimizin ritmini ve içimizin ahengini duyabiliriz.
[/FONT]
İlişki sorunuyla gelenlerden en sık duyduğum şikayeti belirterek başlayayım:’’ eşim beni sevdiğini çok nadiren söyler, bana romantik sürprizler yapmaz, gün içinde hiç aramaz, mesaj bile atmaz, bu nasıl aşktır anlamadım’’diye devam eder… Öncelikle söylemeliyim ki, profesyonel hayatımda hiçbir danışanımın sorununa yukardan bakmadım, ötelemedim. her zaman danışanımla hemhal olmayı, insan olmak paydasında eşitlendiğimiz gerçeğini ve bu eşitlik içinde empati kurmayı önemsedim. Bu yazıda da amacım bu sorunları yok saymak ya da küçümsemek değil, neden böyle bir sorunla boğuştuğumuz gerçeğine eğilmek.
Kapitalizm insanlığa önce yeni ihtiyaçlar/arzular sundu, ardından bu ihtiyaçları giderecek metaları ortaya çıkardı, ilişkiler de çaresizce kapitalizmin kurbanları arasına karıştı. Duygusal ilişkilerde sevginin yeni ölçüm aracı gün içinde atılan mesaj sayısı, telefonlaşma sıklığı oldu. Bu bilincin yaptığı çıkarım da ‘mesaj atmıyor,demek ki beni sevmiyor’a ulaştı. Arz- talep dengesini bilirsiniz. İlişkide talep edilen aralıksız (hatta boğucu) seviyede iletişim olarak belirtilince arz da buna göre gelişti. Sonuç? Çiçek almayı bilen ama gönül alırken bocalayan, günde on kez mesaj atan ama eşiyle yan yana gelince telefonunu bırakamayan, beylik cümlelerle gün içinde defalarca konuşan ama sessizliğin zenginliğini keşfedemeyen çiftler ortaya çıktı. Yapılan evlilik teklifini değerli kılan, nasıl yapıldığı oldu. Eğer erkek şaşırtıcı, romantik, ince düşünülmüş bir organizasyon düzenleyemediyse bu teklifi pek de önemsemediği düşünülür oldu.
Şüphesiz ilişkide var olduğunu hissetmek, sevilmek çok insani bir ihtiyaç, ancak sorunu ortaya çıkaran varoluşun bağlı olduğu noktalarda, yani varolduğunu hissetme ölçütleri. Günümüzün aşıkları her alanda (sanal dünya başta olmak üzere) görünür olmak istiyor. Dünya alem görmeli bu birlikteliği, ne kadar bilinirsek o kadar güçlüdür bu aşk, o beni ne kadar dillendirirse o kadar seviyordur, bana ne kadar vakit ayırırsa o kadar var olurum bu ilişkide düşünceleriyle dolu zihinler. Zihinler dedim çünkü burada odak noktası kalp değil. Hiç kimsenin diğerine içindeki yansımasını görmeye ayıracak vakti yok, mesaj sesleriyle dolan kulaklar, sanal dünya takibiyle yorulan gözlerle zaten içimizi görmek-duymak imkansız hale geldi. İç dünyanın melodisi azaldıkça dışarının gürültüsü arttı. Yüksek vaatler, şaşaalı düğünler, iddialı sevgi sözcükleriyle başlayan ilişkilerin ne kadar kısa sürdüğünü artık hepimiz görüyoruz.
Öyleyse ne yapılabilir? Büyük vaatlerden, iddialardan kaçınarak kişiliği ve muhabbeti ön plana çıkarmak ilk adım bence. Biz’in içinde sağlıklı bir birey olarak ben nasıl var olurum ve seni nasıl var edebilirim gibi bireyleri öldürmeden, biz olma potasında eritmeyi başarabiliriz. Benlikten bir parça, bizlikten bir parça daha ekleyerek yeni bir kimlik oluşturabiliriz. Aşkın değiştiren/dönüştüren kimyasının bizde güzel değişiklikler oluşturmasına müsaade edebiliriz. İlişkiyi, benliği öldüren değil aksine benlikte yeni filizler dirilten bir seyire sokabiliriz. Verdikçe azalan değil, paylaşarak artan bir çift olabiliriz. Muhabbeti yıkıcı değil yapıcı bir akışta yaşayabiliriz.
Peki bu mümkün mü? Evet, Gürültüyü sonlandırırsak mümkün. Yani, İlişkiyi daha sakin, dingin bir zemine oturtarak, hasret ve vuslatın tadına varmak için aramızda nefes alacak kadar mesafe bırakarak, sanal dünyada değil aşkı içimizde haykırarak, dıs dünya sahnesinde değil gözlerden uzakta sevgimizi göstererek bu mümkün.
Hayat arkadaşınızın sizi ne kadar sevdiğini anlamak için mesajlarına, telefonlaşma sıklığına, sanal dünyadaki paylaşımlarına değil, sadece sessizce gözlerine bakın. Başka hiçbir sevgi gösterisi bir çift göz kadar insanı ele veremez.
Sevgiyi haykırarak değil fısıltılarla yaşarsak, dışarının gürültüsünden çok kalplerimizin ritmini ve içimizin ahengini duyabiliriz.
[/FONT]