Günah Keçimiz: Yeniçeriler
Tartışmaktan hiç usanmadığımız konulardan biri de, “neden geri kaldığımız” konusudur. Aslına bakılırsa, “neden geri kaldık?” sorusuna verilebilecek net bir cevap var mı, bunu henüz akademik çalışmalarla dahi kesinleştiremedik. Öyle ki; Baki Tezcan, Halil İnalcık, Sina Akşin gibi duayen tarihçilerimiz bile bu soruya matematiksel bir kesinlikle cevap vermekten kaçınmaktadır. Soruya verilen tek tük yanıtlar ise, genellikle sloganik düzeyde.
Süregiden bu tartışmada, popüler kültürün de etkisiyle gittikçe ivme kazanan bir görüş dikkatleri çekiyor. Bu görüşe göre Osmanlılar, sürekli isyan eden yeniçeriler yüzünden önce askeri anlamda iflas etmiş, sonrasında bu gerici isyan hareketleri sebebiyle çağa uyum sağlayamamış ve tüm bunların sonucunda da medeniyet yarışında geri kalmıştır. Ancak kanımca, koskoca bir imparatorluğun zayıflamasına gerekçe olarak “yeniçeri isyanları”nın gösterilmesi mümkün değildir. Aşağıda da izah edeceğimiz üzere bu, olsa olsa bir “sonuç” olabilir, “sebep” değil…
İsyanlar Sebep Değil, Sonuçtur
Yeniçerilerin farklı dönemlerde birçok kez isyan ettikleri ve bazen bu isyanların sonucunda padişahları dahi tahtlarından ettikleri doğrudur. Popüler kültürde de sürekli anlatılageldiği için, III. Selim veya II. (Genç) Osman’ın başına gelenleri biliyoruz. Ancak, birçok çalışmanın da doğruladığı üzere, klasik ve mutlakıyetçi bir devlet yapısı için bu türden kalkışmalar son derece “olağan” kabul edilmelidir.Üzerinde durulması gereken asıl nokta, sözü edilen isyanların devletin çöküşünü hızlandıran bir “sebep” olmaktan çok, müesses nizamın (yerleşik düzenin) çöküşünün bir “sonucu” olmasıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere; mutlakıyetçi devlet yapıları, kaba bir tabirle, bardağın taşmasından sonra kanlı isyan ve kalkışma hareketlerine yol açabilmektedir. Bunun sebebi, tüm kader ve akıbetleri tek bir kişi tarafından yönetilen ve “tebaa”dan öteye geçemeyen yığınlar olsa gerek. Ve elbette, yığının içinde “imtiyazlı” gruplar olduğu kadar, dünyadan haberi olmayan pek çok kişi de var.
Yalnız Tanrı’ya hesap vereceği iddiasındaki hükümdarlar, bazen işi “devlet benim (L’État c’est moi!)” demeye kadar götürmektedir. Bunun yerel versiyonu da “zillullah (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” padişahlar… “Sorgu” kabul etmeyen bu monarşilerin gücü altında ezilen yığınlar, aslında günümüzün moda tabiriyle “pasif agresif” bir yapıya sahiptir. Ne duygularını dışa yansıtabilmektedir, ne de ellerinde bunu yansıtacak bir imkan vardır. Ancak, gün gelip bir fırsatını bulduğunda açar ağzını, yumar gözünü… Bu kısır döngü, (en azından Avrupa’da) Amerika’nın keşfinden sonra izlenen yeni politikalar ile kırılmış gözükmektedir. Zira, Amerika kıtasının keşfedilerek burada koloniler kurulması, bunu başaran devletlerin toplum yapısını değiştirdiği gibi ekonomik ve siyasi yapılarını da değiştirmiştir. Yaşanan yeni gelişmeler sonucunda Avrupalı krallar, artık tüccarların para ve yatırımlarına daha çok ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Tüccarlar eskisi gibi “tebaa” değildir, devir değişmiştir… İngiltere’nin Hindistan’ı yıllarca bir ticaret şirketi (Doğu Hindistan Ticaret Şirketi- East India Company) aracılığıyla sömürdüğü düşünülecek olursa, konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Bu değişimin farkına varan monarşiler, iktidarlarının sarsılmasını önlemek için siyasi yapılarında değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. Yapılan değişikliklerin temel mantalitesi, “yeni” toplumun imtiyazlı sınıfı haline gelen “para sahiplerinin” de istek ve arzularının dikkate alınması, hatta bir parlamento aracılığıyla bu gruplara da temsil imkanı tanınmasıdır. Nitekim, kurulan parlamentolar toplumun hoşnutsuz sınıflarının kısmen bile olsa kendilerini ifade etmelerine olanak tanımış, ve silaha sarılacak eller, sorunlarını parlamento aracılığıyla çözmeye başlamıştır.
Onlarda… Bizde….
Yukarıda özetlenen ve yaklaşık olarak 16’ncı yüzyılın başından beri devam eden bu dönüşümün genel adı bellidir: Kapitalizm.Kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı tartışmalarına hiç girmeden, konuya kısa bir merhaba deyip çıkacak olursak, bu iktisadi sistemi hayata geçiren iki gelişmenin olduğu söylenebilir:
1. Amerika kıtasının keşfi ve merkantilist anlayışın sonucu olarak “paralı” bir sınıfın ortaya çıkması
2. 1517’de ortaya çıkan Protestanlığın uhrevilik yerine dünyeviliği öven bir “Protestan Ahlakı” yaratması (Max Weber’in görüşü)
Elbette bu gelişmeler Avrupa’da yaşanmış olduğu için, bunların doğurduğu sonuçlar da ilk olarak buradaki devletler üzerinde peyda olmuştur. Gelişen kapitalizm, devlet ve toplum yapısını da değiştirmiş, ve ortaya bugünkü modern devlet teşekkülü çıkmıştır.
Asıl konumuza gelecek olursak… Takdir edileceği gibi, yukarıda maddelenen gelişmeler, Osmanlı topraklarına çok uzak diyarlarda meydana gelmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak, meydana gelen gelişmelerin yarattığı sonuçlar da Osmanlı topraklarına çok geç ulaşmıştır. Başka bir anlatımla, devlet yapısı 16’ncı yüzyılın klasik monarşisini korumakta direnç gösterince, toplum da değişen ve ilerleyen zamana rağmen 16’ncı yüzyıl metotlarıyla yönetilmeye devam etmiştir. Kaçınılmaz sonuç ise, toplumun ve özellikle de imtiyazlı grupların “pasif agresif” hale gelerek, fırsat bulduğunda elinde silah olan bir grubu (yeniçerileri) isyana teşvik etmesidir. Zaten çoktan “esnaflaşmış” ve halk arasına karışmış olan 16-17’nci yüzyıl sonrası yeniçerilerinin de işine gelen bu teşvikler, pek çok defasında kanlı olaylara meydan vermiş; vezirler, sadrazamlar ve hatta padişahlar dahi konumlarından edilmiştir.
Burada sorulması gereken sorulardan biri de şudur: Osmanlıların “imtiyazlı” grupları kimdir? Baki Tezcan, bu soruya “yeniçeriler ve ulema” olarak cevap veriyor. “İkinci imparatorluk” da denen bu grup, özellikle İstanbul’da bulunan “tebaanın” da desteğini aldığında, ortaya bir isyan ateşi çıkarmaktadır. Bunu yapmaktaki asıl maksadı, taleplerini hayata geçirmek istemesi, yönetimde hak iddia etmesi, ancak bunu tek başına dile getirecek cesareti bulamayıp, “silahlı adamlara” başvurmasıdır. İşte “pasif agresif tavır” ifadesi ile anlatılmak istenen şey de budur.
Pasif Agresifliğin Çetelesi
Bu tavrın en acı örneklerinden birini, Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan Kabakçı Mustafa İsyanında görmek mümkündür. Bu isyan, birçok defasında olduğu gibi, yine ikili bir ittifakın ürünüdür: Yeniçeriler ve ulema sınıfı. Yeniçeriler, yeni kurulan modern “Nizam-ı Cedit” ordusundan müthiş derecede rahatsızdır, “ekmeklerinin ellerinden alındığını” düşünmektedir. Ulema sınıfı da padişahın reform ve yenilik hareketlerine karşıdır. Bu muhalefet, reformların “kafirlik” olduğu düşüncesine dayandığı kadar, siyasi sebeplere de dayanmaktadır. Zira değişen düzen, padişaha “yakın” olan yönetici sınıfı da değiştirmiştir. Selim’den önceki Divan-ı Humayun’da vezirlik, defterdarlık ve hatta sadrazamlık yapan bu sınıf, Selim döneminde bahsi geçen görev ve mevkilerden uzak kalmıştır. Selim’in tahta çıktığı ilk yıllarda (1789 vd.) bu durumu kabullenir gibi gözüken ulema, “pasif agresif” bir tavır içerisine girmiş ve biriktirdiği hıncını 1807 yılında yeniçerileri isyana teşvik ederek çıkarmıştır. İsyanın sonucunda önce Nizam-ı Cedit ordusu lağvedilmiş, sonrasında da III. Selim tahttan indirilerek yerine reform karşıtı amcaoğlu IV. Mustafa getirilmiştir. Böylelikle; yeni yönetim tarzı ile saf dışı bırakıldığını düşünen ulema, yeniçeri ve halk desteğini de arkasına alarak “ihtilal” yapmış, iktidar değiştirerek eski günlerine geri dönmeyi amaçlamıştır. Aynı durumun benzerlerini şu isyanlarda da görüyoruz:• 7 Ağustos 1648’de başlayan ulema destekli yeniçeri isyanı (Sultan İbrahim’e karşı başlatılan bu isyan, valide sultanın “aklen zayıf” padişah üzerindeki nüfuzundan rahatsız olan saray erbabı ve ulema tarafından yeniçerilerin kışkırtılması ile başlamıştır. Kösem Sultan Olayı olarak da bilinir.)
• 29 Şubat 1656’da Sultan IV. (Avcı) Mehmet’e karşı başlatılan isyan (tımar sisteminden gelir elde edememekten ve maaşlarının geç ödenmesinden rahatsız olan sipahilerin yeniçerileri ayaklandırması sonucu başlamıştır)
• Edirne Vakası olarak bilinen ve Sultan II. Mustafa’yı tahtından eden isyan (Sultan II. Mustafa’nın İstanbul yerine Edirne’de oturmaya başlaması ve Şeyhülislamlığa atadığı Feyzullah Efendi’nin yolsuzluk yaptığı iddialarının yayılması üzerine, hem başkentin Edirne’ye taşınacağından ve hem de yeni şeyhülislamın nüfuzundan rahatsız olan ulema sınıfı yeniçerileri ayaklandırmış ve padişah tahttan indirilmiştir.)
Yukarıda sayılan örneklerin yirmiye kadar uzatılabileceği belirtilmektedir. Örneğin dipnottaki linkte yer alan web sitesinde, yeniçeri isyanlarının kronolojik bir sıralaması yapılmıştır [1].
Kısacası bu tip isyanlar; Doç. Dr. E. Safa Gürkan’ın “Bunu Herkes Bilir” isimli popüler tarih kitabında da belirttiği gibi, İngiltere’de parlamentonun, Fransa’da yerel halk meclislerinin ve hatta Roma’da senatonun yerine getirdikleri görevi üstlenen bir tür “denge mekanizması”dır.
Sonuç olarak, yeniçeri isyanlarının devletin çöküşüne yol açan sebeplerden biri olarak görülmesinin pek de doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu isyanlar, esasen çözülemeyen krizlerin gün yüzüne çıkma biçimidir. Yani, sorun aslında isyan çıkması değil, isyanların neden çıktığının anlaşılamaması, bu bağlamda gereken tedbirlerin alınamamış olmasıdır.
Yazıya, Antik Roma’da sıkça kullanılan bir aforizma ile veda edelim.
“Mutatus, mutandis.”
Yararlanılan Kaynaklar
AKŞİN, Sina, Osmanlı Devleti – Türkiye Tarihi Cilt 3, Cem Yayınevi, 1997WEBER, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Oda Yayınları, 2013
GÜRKAN, Emrah Safa, Bunu Herkes Bilir, Kronik Yayınları, 2020
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, 2016,
KOCATÜRK, Vasfi Mahir, Osmanlı Padişahları, Edebiyat Yayınevi, 1968