EMÎR SULTAN 2.bölüm

Şeyh-ül-İslâm, Emîr Sultan’dan icâzet (diploma) aldıktan sonra, Câmi-i Kebîr’de va’z verirdi. Birgün va’z vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emîr Sultan hazretleri bir talebesini, birşeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyh-ül-İslâm’ın va’z vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip va’zı dinliyeyim, Şeyh-ül-İslâm’ın hayır duâsını alayım” diye düşünerek Câmi-i Kebîr’e gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemâatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat, dışarıda zelzele olmadığını gördüler. Bu durumdan haberi olan Şeyh-ül-İslâm, murâkabeye daldı. Sonra cemâate dönüp; “İçinizde Emîr Sultan’ın hizmeti ile emr olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helak ettirecek” dedi. Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emîr Sultan’ın huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan başını kaldırıp, sâdece talebeye baktı. Selâmına cevap vermedi. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emîr Sultan ona; “Ey oğlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyâçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit ni’metlere kavuşurken, gidib başkasından yardım istemesi, ona suâl sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşekliktir” buyurdu.

Emîr Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazâda kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isâbet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emr ederdi. Şeyh-ül-İslâm’ın da hazır bulunduğu birgün, Emîr Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın Şeyh-ül-İslâm’a verilmesini emr buyurdu. Yay ile ok, Şeyh-ül-İslâm’a verildi. Emîr Sultan ona; “Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun” buyurdu. Şeyh-ül-İslâm, emirleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü. Orası, o zaman ağaçlık ve yeşillik idi. Hâlbuki ok atılan yer ile, düştüğü yer arası çok uzak idi. Atmak ile oraya gitmesi mümkün değildi. Zîrâ okun atıldığı yer ile düştüğü yer arasındaki mesafe, üç ok atımlık idi. Orada bulunanlar, bu işin Emîr Sultan’ın kerâmeti olduğunu anladılar.

Emîr Sultan hazretlerinin türbesi, vefâtından sonra yapıldı. Türbeyi yapan zât, rü’yâsında Emîr Sultan’ı gördü. O zâta; şurayı şöyle yap, burayı şöyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rü’yâda emir verdiler. O zât, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emîr Sultan’ı rü’yâsında görmedi.

İznikli âlim bir zâtın oğlu, birgün uzun bir süre kalmak için Emîr Sultan hazretlerinin türbesine geldi. Altı gün sonra, oradan ayrılmaya karar verdi. Emîr Sultan’ın talebeleri ona; “Efendim, siz uzun zaman kalacaktınız. Niye şimdi gidiyorsunuz?” diye sordular. O da; “Benim bir ihtiyâcım vardı. Kırk yıl çile çeksem o muradıma kavuşamazdım. Emîr Sultan hazretlerinin rûh-ı şerîflerini vesile edip, uzun süre i’tikafta kalmak için buraya gelmiştim. Fakat Emîr Sultan’ın himmeti yetişip feyzi nehirler gibi aktı. O muradıma altı günde kavuştum. Bunun için şimdi gidiyorum” dedi. Şiir:

Gene dinle bu sözü sen, ey server,
Gamı sev, zikr üzeredir rehber.
Gel ey mü’min! Terk eyle riyayı,
Cân-ı gönülden sev evliyâyı.

Kişi severse bunlardan birisini,
Hem de sevmiş olur cümlesini.
Birisini râzı edersen gönülden,
Hepsi râzı olur cân-ı gönülden.

Emîr Sultan hazretlerinin çok talebesi vardı. Ba’zı talebeleri gündüzleri oruç tutar, geceleri de sabaha kadar namaz kılarlardı. Haftada bir gün Emîr Sultan hazretlerine gelip, ihtiyâçlarını ondan alırlardı. Aldıkları ile bir hafta boyunca idâre ederlerdi, ihtiyâçları bitince, yine gelir alırlardı. Birgün bu talebelerinden birisi, yine Emîr Sultan’ın huzûruna geldi. Onun elini öptü. Emîr Sultan talebesine; “Bulunduğunuz yerdeki müslümanlar iyiler mi? Hâlleri nasıldır?” diye sordu. Talebe; “Sizin himmetinizle, sıhhat ve selâmetteler, duâcınızdırlar” deyince, Emîr Sultan elini cebine soktu ve bir akçe çıkardı. O talebesine verdi ve; “Bizden onlara selâm söyle, biz hayatta olduğumuz müddetçe bu akçe ile yetinsinler. Bize duâ etsinler. Başkalarına muhtaç olmasınlar” dedi. O talebe, o bir akçeyi alıp, arkadaşlarının yanına geldi ve onlara; “Emîr Sultan hazretlerinin size selâmı var” dedi. Hepsi selâmı ayakta alarak; “Sultan hazretleri ne buyurdular?” diye sordular. Bunun üzerine o talebe; “Emîr Sultan hazretleri bir akçe verdi ve; “Ben ölünceye kadar bununla iktifa etsinler, kimseye muhtaç olmasınlar” buyurdu” dedi. Bu söz üzerine hepsi dünyâ malından soğudular. Kimseden birşey almaz oldular. Pencerelerinde bir kutu vardı. Kimin ihtiyâcı olursa, o kutunun içinden bir akçeyi alır, iftar için herkese bir miktar ekmek ve üzüm alıp, onunla oruçlarını açarlardı. Ertesi gün o akçe yine yerinde dururdu. Emîr Sultan vefât edinceye kadar böylece ihtiyâçlarını karşıladılar. O akçe yerinden hiç eksilmedi.

O zamanın ileri gelen âlimlerinden Ali hoca şöyle anlatır. “Birgün bir köylü Emîr Sultan’ın huzûruna gelip; “Sultânım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir duâ yazın ve himmet edin” dedi. Beni işâret edip; “Yazıyoruz” dedi. Ben de duâyı yazdım. Emîr Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime duâ yazsa, Allahü teâlânın izni ile şifâ bulurdu. Hattâ öyle olurdu ki, sar’a hastaları gelse, şifâ bulup giderlerdi, ölünceye kadar bir daha hasta olmazlardı.”

Dûyi Halîfe adıyla meşhûr bir zât vardı. Ona; “İlmi kimden tahsil ettin?” diye sorulduğunda; “Üstadım Emîr Sultan hazretleridir. Birgün, babam ve birçok kişi ile Emîr Sultan hazretlerini ziyârete gitmiştik. Mübârek nazarlarına kavuşup, elini öptük. Babama bakıp; “Oku” buyurdular. Babam Kur’ân-ı kerîm okumaya başladığında, orada bulunanların birçoğu kendinden geçip ağladılar. Ondan sonra babamın bütün çocukları çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Hattâ kız kardeşlerim bile bizim gibi okurdu” dedi. Şiir:

Gene Resûlullahı dinle ey can!
Ne buyurdu bu ümmete o sultan;
Kim bir mü’minin cân-ı gönülden,
Giderirse üzüntüsünü onun gönlünden.

Hak teâlâ gör ona ne verir;
Kıyâmet üzüntüsünü ondan giderir.
Gel bu öğüdü kabûl eyle,
Menkıbe geldi, yine onu dinle.

O zamanda yaşamış bir zât anlatır: Bir gece rü’yâmda şöyle gördüm: Bursa’nın uzak kasabalarından birkaç kişi: “Bursa’da bir evliyâ var. Allahü teâlânın izniyle ne hacetin varsa verirmiş” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Ben onların dediklerini duyunca, onlara katılarak, biz de duâsını alalım diye beraberce Bursa’ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan’ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak takati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. “Sultânım, beni talebeliğe kabûl edin” dedim. “Kabûl eyledik” diyerek mübârek elleri ile sırtımı sığadılar. Heyecanla uyandım. Rü’yâmı anneme anlattım ve ta’bir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o evliyânın yanına koş, himmetine kavuşarak duâsını al” dedi. Ben hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rü’yâmdaki gibi; “Gidip Emîr Sultan’ı ziyâret edelim. Onun duâsını alalım” diye yürüdüklerini gönlüm. Ben de onlara katıldım. Rü’yâmdaki gibi, sırayla dergâha girip huzûrlarına çıktık. Emîr Sultan’in mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak uçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım” dedim. O da; “Biz seni talebeliğe kabûl edeli kırk yıl oldu.” buyurdu.

Ali Efendi isimli bir zât şöyle anlatır: “Emîr Sultan hazretleri, birgün beni Balıkesir’e göndermek istediler. Kalbimden şöyle geçirdim: “Acaba Balıkesir’e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?” Hemen kalkıp tesbihlerini getirip elime verdiler ve; "Gidip gelinceye kadar bu tesbîhle meşgul ol" buyurdular. Tesbihi alıp yola düştüm. Balıkesir'e Cum'a vakti vardım. Emîr Sultan'ın îkâz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetiştim. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattım. Fakat o beni dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrar etti. Geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdim. Köye girdiğim sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastım ve kayarak düştüm. O esnada tesbîh elimden düştü. Ne kadar aradım ise bulamadım. Yolculuk bittiğinde, ağlıyarak Emir Sultan hazretlerinin huzuruna girdim. Buyurdular ki: "Yâ Oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?" Ben de; "Sultânım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm" dedim. Bunun üzerine Emîr Sultan; "Yâ Oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik" dedi ve cebinden tesbihi çıkararak verdi."

Emir Sultan, Medine'den yola çıkıp Bursa'ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emîr Sultan'ı gördü ve kalbi ona talebe olmaya meyl etti. Hemen silâhlarını bırakıp, Emîr Sultan'ın yanına gitti. Ondan kendisini talebeliğe kabul etmesini istirhâm etti. Emîr Sultan onu talebeliğe kabul etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Oranın yerlisi olan bir kişi, yolun birinde, geçit vermeyen bir ejderhânın (büyük bir azman yılan) olduğunu söyledi ve o yoldan gitmemelerini tenbih etti. Emîr Sultan'ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhânın uzandığını gördüler. Ejderhâ, sanki avını bekler gibi değil de, şerefli bir misafiri bekler bir hâlde idi. Emîr Sultan hariç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyorlardı ve; "Acaba ejderhâ ne yapacak? Kafileden kimlere saldıracak?" soruları zihinlerini kurcalıyordu. Kafilenin önünde bulunan Emîr Sultan ejderhâya yaklaştığı vakit, ejderhâ derhâl Emîr Sultan'ın devesinin ayaklarına kapanarak; "Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!" dedi, Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzade; "Aman Allahım! Yâ Emîr bana yardım deyince, Emîr Sultan ejderhâya bırakması için işaret etti. Bunun üzerine ejderhâ, derhâl geri dönerek oradan uzaklaştı. Böylece, gene kalbindeki şüphe gitmiş oldu.

Emîr Sultan'ın kafilesi, Sakarya nehri kenarında bulunan bir bahçede konaklamıştı. Bahçede her çeşit meyva var idi. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyvaları vardı. Ama talebe, olup biteni bir türlü anlamadı. "Acabâ eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?" soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr Sultan; "Canın hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!" buyurdu. Bunun üzerine talebe, bu durumun hocasının kerameti olduğunu anladı.

Şeyh Sinân şöyle anlatır. Henüz daha küçük yaşta idim. Babamla berâber bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise de, ektiği kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Birgün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra âniden, bir at üstünde, yeşil kaftanlı bir zât peydâ oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir ânda tarla çimlendi kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tenbih etti ve; "Bana Emîr Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa'ya, benim yanıma getirsin" dedi. Ben de; "Bâşüstüne, emrinizi yerine getiririm" dedim. Yeşil kaftanlı zât, bir ânda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Kavun, karpuzları yetişmiş olarak görünce şaşırdı ve; "Ey oğul! Tarlaya Hızır mı geldi? Yoksa Allahü teâlânın sonsuz kudretinden bir hikmet ve sırrın tecellisi mi oldu? Çünkü, mevsim henüz ekinlerin büyüme zamânıdır. Ama hikmetse, bostan yetişmiş durumdadır" dedi. Sonra Allahü teâlâya duâ etti. Ben babama, Emîr Sultan'ın dileklerini ve tenbihini aktardım. Babam da; "Başım, gözüm üstüne!" diyerek, beni Bursa'ya Emîr Sultan hazretlerinin huzûruna götürdü. Huzûra vardığımızda, çok yorulmuş ve karnımız acıkmış idi. Emîr Sultan, hanımına yemek hazırlamasını söyledi. Önümüze bulamaç yemeği geldi. Yemek çok lezzetli idi. Hayâtımda öyle bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Uzun müddet Emîr Sultan’ın hizmetinde bulundum. Sonunda; “Fesat ehlini ıslâh eyle. Himmet ve inâyetle müslümanlara nasihat et. Tâ ki, senin Kur’ân-ı kerîme dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatâlarından dönsünler” diyerek bana hilâfet verdi.”

Sarı Yûsuf şöyle anlatır: “Birgün Bursa’da, Emîr Sultan’ın huzûrunda oturuyorduk. Emîr Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen birşey geldi. Aniden uykum geldi. Öyle oldu ki, göz kapaklarımı kaldıramadım. Bu durumu fark eden Emîr Sultan; “Biraz uyu” diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rü’yâ görerek uyandım. Emîr Sultan’ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rü’yâ görerek uyandım. Emîr Sultan’ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emîr Sultan’a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emîr Sultan şöyle cevap verdi: “Kırım’da bizi seven bir zât var. Şu ânda gönlümüze yönelmişti. Bu meclisde uyumandan hatırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mâni oldum. Sonra o, senin bizim müsâademizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti.”

Emîr Sultan, birgün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu ta’kib etti. İçlerinden Mûsâ Baba; “Sultânım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da müslümanlar namaz için abdest alsaydı” dedi. Bu sıra Emîr Sultan, asasına dayanmış tefekkür ediyordu. E’ûzü Besmele çekerek, asasını yerinden oynattı. Oradan coşkun bir su fışkırdı. Bunun üzerine talebeler, Allahü teâlâya hamdü sena ettiler.

Emîr Sultan birgün abdest alırken, yanına bir talebesi geldi. Talebesine nereden geldiğini sordu. Talebe de, şehirden geldiğini söyledi. Emîr Sultan; “Bizim için ne diyorlar?” diye sorunca; “Kimyaya mâliktir, diyorlar” cevâbını verdi. Bunun üzerine Emîr Sultan; “Kimya odur ki, akan su saf altın olur” dedi. Daha sözlerini bitirmeden, kollarından akan sular altın oldu. Emîr Sultan; “Sözümüz hikâye tarîkiyledir, murâd değildir” deyince de, tekrar su oldu.

Hoca Kâsım adında bir Bursalı Tüccâr, Emîr Sultan’a bir sarık hediye etti. O da, tüccâra bir miktar para verdi. Hoca Kâsım, o parayı alarak kesesine koydu. Hoca Kâsım çarşıda gezerken, otuzbin dirheme satılan büyük bir elmas gördü, onu almak istedi. Fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuzbin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir yahudi, o elmasa yüzotuzbin dirhem verince, Hoca Kâsım da yahudiye o elması sattı. Bunun Emîr Sultan’ın bir kerâmeti olduğunu anlayan Hoca Kâsım, Emîr Sultan için bir dergâh yaptırdı.

Yavuz Sultan Selîm, Yenişehir’de bulunduğu sırada Bursa’ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyâret etti. Emîr Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun rûhâniyetinden yardım dilerken, Emîr Sultan hazretlerinin kabrinden; “Yâ Selîm! Üdhulû Mısra İnşâallahü âminin! (Ey Selîm! İnşâallah Mısır’a emniyet içinde giriniz!)” diye bir nidâ işitildi. Duyanlar; “Müjdeler olsun pâdişâhım! Size Mısır’ın fethi müjdelendi!” dediler.

Yıldırım Bâyezîd’in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya’da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmed, birgün Molla Ali’yi huzûruna da’vet edip dedi ki: “Yâ Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bâyezîd’in başına gelen musibet ve belâların sebeplerini düşünebiliyor musun? Görüyorsun ki, herbirimiz bir yere ayrıldık. Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi’nin üzerine yürüdü ve Bursa’da tahta oturdu. Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne’de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle Edirne’de oturan kardeşim Süleymân Çelebi’nin fitne ve fesadından korkulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu olaylar karşısında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle taç ve taht düşüncesini terk ederek hacca gidelim!” Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem ağlıyordu. Akşam ikisi de istihâreye yattı. Çelebi Mehmed rü’yâsında dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr’ı gördü. Yanında Emîr Sultan vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek; “Haydi yiğidim! Din esâslarını ikâme eyle!” dediler. Çelebi, ata binmek istemediği hâlde, çaresizlik içinde binmek zorunda kaldığını ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü. Molla, aynı gece rü’yâsında Bursa’da olduğu ve Çelebi Mehmed’i tahtın üstünde, Mûsâ Çelebi’yi ise tahtın altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa’ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti.

Talebelerinden Yahyâ isimli bir zât şöyle anlatır: “Düşman ile yapılan savaşlardan birine katılmak istedim. Bunun için de Hocam Emîr Sultan’dan izin aldım. Hocam, bana; “Bu gittiğin gazâdan başka gazâya gitmeyesin” diye tenbîhde bulundu ve benim için hayır duâ etti. Düşmana karşı yapılan savaşa katıldım. Bu savaşta düşmanı yendik ve çok miktarda ganîmet elde ettik. Aradan zaman geçti. Arkadaşlarım, bana; “Bir gazâya daha gidelim, sen hayırlı bir kişisin, aramızda bulun” dediler. Ben onlara; “Hocam iki defa savaşa katılmama izin vermedi” dememe rağmen, onlar ısrar ettiler. Onların ısrarına dayanamıyarak yola çıktık. Yolda kalabalık bir düşman topluluğu ile karşılaştık. Onlarla savaştık. Bu savaşta kimimiz şehîd oldu, kimimiz esîr düştü. Ben esîr düşenler arasında idim. Bizi bir kaleye götürüp, zindana attılar. Ben, hocamı vesile ederek Allahü teâlâya yalvarıyordum. Birgün kale kapıcısının bir yakını, beni yanına getirtti. Yanındaki adamları çıkardı. Başbaşa kaldık. Benden hocam Emîr Sultan’ı sordu. Kendisinin îmân etmiş olduğunu söyledi. Sonra bana; “Bundan sonra sana düşman elbisesi versinler, çekinmeden giy. Ben de onlara; “Bu esîr, bizim dînimize girdi, buna zahmet vermeyin diyeyim. Sen, hiç olmazsa tenhâ yerlerde Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olursun” dedi. Ben de onun dediklerini kabûl ettim. Tenhâ yerlerde Allahü teâlâya yalvarıyordum ve hocamı da düşünüyordum. Birgün oturduğum yerde, kulağıma çeşitli gürültüler geldi. Bir alay askerin yaklaştığını sandım. Kalbimden de; “İnşâallah, kurtuluş zamanı gelmiştir” diye geçiriyordum. O sırada beni bir elin tuttuğunu gördüm. Fakat elin kime âit olduğunu tahmin edememiştim. Birden kendimi Bursa’da buldum. Düşman diyârında iken günlerden Cum’a idi. Bursa’daki müslümanların Cum’a namazı için câmiye gittiklerini gördüm. Bulunduğum yer, hocamın dergâhına yakın bir yer idi. Karşı tarafta birkaç kişi; “Bu, filân değil midir?” diye söyleşiyorlardı. Beni ismimle hatırladılar, fakat üzerimdeki düşman kıyâfeti onları şaşırtmıştı. Gidip durumu Emîr Sultan’a anlattıklarında, o şöyle buyurmuş: “O, bizim dostlarımızdan olup, yedi yıldır düşman elinde esîr idi. Kurtulması için Allahü teâlâya yalvarıyordu. Biz de elimizi uzatıp, Allahü teâlânın yardımı ile kurtardık. Gidip onu yanıma getirin.” Onlar gelip, beni Emîr Sultan’in huzûruna götürdüler. Emîr Sultan hazretlerinin eşiğine yüz sürdüm ve teşekkür ettim. Ondan sonra uzun yıllar bu dergâhın hizmetinde bulundum.

Hacı Bayram-ı Velî, Emîr Sultan ile sohbet etmek için talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emîr Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harabeye döndüğü için, ustalar tarafından ta’mir ediliyordu. O esnada marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emîr Sultan’ın mübârek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayram-ı Velî bu olaya şâhid oldu ve içinden; “Herhalde Emîr Sultan, bana kerâmetlerinden birini göstermek istedi” diye geçirdi. Emîr Buhârî ona; “Biz, bununla size kerâmet göstererek evliyâdan biri olduğumuzu isbatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye bunu yaptık. Gayemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü. Hacı Bayram-ı Velî, daha önce hatırından geçenlerden dolayı Emîr Sultan’dan özür diledi.

Yahyâ Halîfe diye tanınan bir vâ’iz vardı. Bu zât şöyle anlatır: “Ben, nerede bir velî kulun olduğunu duysam, derhâl oraya gidip ona hizmet ederdim. Nihâyet Emîr Sultan’ın talebelerinden Sinân Halîfe’nin yanına gittim. Kendisine; “Size muradım, elinizde tövbeye erişip nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i mutmeinneye kavuşmak ve kalbimi temizlemektir” dedim. O da bana; “Bursa’da Emîr Sultan’ın kabrine gideceksin, orada tövbe eli sana nasîb olacak” dedi. Derhâl oradan ayrılarak, hiç dinlenmeden Bursa’ya gittim. Emîr Sultan hazretlerinin kabrine vardım. Emîr Sultan’ı, kabrinin üzerinde oturur hâlde gördüm. Hürmetle selâm verip, elini öptüm ve tövbe ettim. Sonra gözümden kayboldu. Ben de muradıma eriştim, dünyâ ve âhıret saadetine kavuştum.”

İznik’te medfûn bulunan velîlerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için Bursa’ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emîr Sultan’ın kabrini ziyâret edememişti. İznik’e geri dönerken, yolda Halîl Paşa, oğlu İbrâhim Paşa’yı gördü ve ona; “Siz, her hâlde Bursa’ya gidiyorsunuz. Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyâret ettiğinizde, selâmımı iletmenizi sizden rica ediyorum” dedi. İbrâhim Paşa, Bursa’ya girer girmez Emîr Sultan’ın türbesinin bulunduğu yere gitti, İki rek’ât namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okuduktan sonra Emîr Sultan’ın türbesine girdi ve; “Sultânım! Eşrefoğlu Abdullah, size selâm söyledi” dedi. O ânda türbeden; “Ve aleykesselâm” sesi geldi. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar, İbrâhim Paşa diyor ki: “Bu heybetli sesten dolayı bir süre kendime gelemedim.”

Mücâhid Bahâdır şöyle anlatır: “Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhasara edilmişti. İslâm askerleri düşman kalesine tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynıyâmıyordum. O sırada aklıma Emîr Sultan geldi ve cân-ı gönülden; “Ey Emîr Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!” diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nûr şelâlesi gördüm. İçinde de yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üsündeki elbisesini sarkıtıp; “Ey Gâzi! Elbiseye tutun! Sakın korkma!” dedi. Ben de; “Yâ Allah!” deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emîr Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlıyamadım.”

Emîr Sultan hazretleri için yazılan bir şiir:

Gerçi âşıklara salâ denildi.
Derdi olan gelsin dermanı buldum.
Ah ile vah ile cevlân ederken,
Canımın içinde cânânı buldum.

Akar gözlerimden yaş yerine kan,
Zerrece görünmez gözüme cihan.
Deryalar nûş edip, kandırmaz iken,
Âşıklar kandıran ummanı buldum.

Âşıklar meydana doğru varırlar,
Erenler cem olmuş, verir alırlar.
Cümle velîler, dîvân dururlar,
Hakka mahbûb olan sultânı buldum.

Açılmış dükkânlar kurulmuş pazar,
Canlar mezad olmuş dellâl de gezer.
Oturmuş ümmetin berâtın yazar,
Cevâhir bahş olan dükkânı buldum.

Emîr Sultan ne hoş pazar imiş,
Âşıklar meydan edip gezer imiş.
Cümlenin maksudu ol dîdar imiş,
Hakka karşı duran dîvanı buldum.

Emîr Sultan hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın yolunda olan bir kimsenin kalbinde, Allahü teâlâya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz.”

Bursalı Ahmed Paşa’nın Emîr Sultan için yazdığı methiye şöyledir:

Ey âlem-i velâyete Sultân olan Emîr,
Ve mülk-i Rûmâ rahmet-i Rahmân olan Emîr,

Muhibb-i Hak olur sana candan muhib olan,
Devlet bize muhabbetin olmuş şehâ hemin.

Kim bakarsa revzana açılur canı gül gibi,
Zira mezârın oldu deri Cennet-i Berin.

Ne aktı Rûma bir ulu derya senin gibi,
Ne âleme getürdi, Buhârâ senin gibi.

Can mülkünü muhabbetin ârâyiş eyledi,
Kimdir cihanda memleket ârâ senin gibi.

Göstermeye yer ehline didâr-ı nûrunu,
Âyine verdi Allahü teâlâ senin gibi.

Çok evliyâ bu tahta kadem bastılar velî,
Kim kıldı şer’ haddîni icra senin gibi.

Ey nâm-ı a’zamın deri gencine-i şifâ,
Dil derdine kim ide müdâvâ senin gibi.

Bu methiyenin açıklaması şöyledir: “Ey velîler âleminin sultânı olan ve Anadolu’ya rahmet olarak gönderilen Emîr. Seni candan seven Allahü teâlânın sevgili kullarından olur. Ey rûhumuzun şahı, bize muhabbetin devlettir. Bahçe durumundaki kabrini kim ziyâret ederse, kalbi gül gibi açılır. Zîrâ türben Cennet kapısına benziyor. Sen bir ummânsın, senin gibisini ne Anadolu, ne Buhârâ gördü. Senin gibi Hak sevgisi ile kalb süsleyeni hiç kimse gösteremez. Allahü teâlânın kudsiyâtını görmemiz için senin yüzünün nûru bize aynadır. Velilik makamına oturanların çoğu, senin makamına erişemedikleri için, dinin emirlerini en iyi şekilde tatbik edemediler. Ey azgın nefslerine uyan günahkarlara şifâ hazînesi olan büyük Emîr. Doğru yolu göstermenle âcizlerin ızdırâbını dindirdin.”
 

Ekli dosyalar

  • 1.jpg
    1.jpg
    59.1 KB · Görüntüleme: 102
  • 2.jpg
    2.jpg
    63.8 KB · Görüntüleme: 82
  • 3.jpg
    3.jpg
    83.8 KB · Görüntüleme: 96
Üst
Alt