elektronik müziğin doğuşu ve djler ve turntable

Markus

New member
Kullanıcı
Katılım
14 Eyl 2018
Mesajlar
2,971
Tepkime puanı
659
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbuL
Cinsiyet
Erkek
Trance
80’lerden bu yana gelisen elektronik dans müzikleri arasinda bu resme en son katilan renklerden biri olan Trance, 90’larin basinda ortaya çikti. Bir süre kenarda kaldiktan sonra 90 ortasinda saglam bir geri dönüs yapti ve günümüzde bu türler arasinda en çok tercih edilen müzik oldu.

Yeni arayislar...

Disco’dan bu yana çikan elektronik dans müziklerinin çogu Amerika’da ortaya çikmis ve Avrupa’da gelismisti. Alman kökenli Trance bu noktada bir istisna oldu. 90’larin basinda House ve Techno kendilerine belli bir yer edinmis, Acid House’un ortaya çikisindan sonra Avrupa’da ve Amerika’da ardarda yapilan büyük rave partilerle dans müzigi Hardcore etkisine girmisti. Arayis içindeki müzisyenler Hardcore’dan uzaklasirken oldukça farkli yönlere gittiler. Hardcore’a tepki sayilabilecek Ambient, IDM (Intelligent Dance Music) gibi türler ortaya çikti, Techno avant-guarde ve minimal bir yola girdi. Trance de bu arayis döneminin bir sonucuydu.

Sihirli formül...

Trance, 20 yillik bir elektronik dans müzigi zincirinin son halkalarindan biriydi. Electronic New Wave, Industrial, Techno, Acid House, 80’lerin psikadelik müzikleri gibi birçok kaynaktan besleniyordu. 20 yilin deneyiminden güç alan Trance, son derece özgün ve yeni, bir yaniyla da insanlik tarihi kadar eskiydi. Ilkel kabilelerden günümüze farkli kültürler ve dinlerde birçok noktada yeralan müzikle transa geçme gelenegi, Trance müzikte teknolojiyle bulusuyor, kabul görmesi kaçinilmaz bir formül gerçeklesmis oluyordu.

Hardcore ve Rave’in yaygin oldugu bir zamanda ortaya çikan Trance, baslangiçta oldukça sert ve soguktu. Tempo ve ritmik yapi olarak Techno’ya benziyordu. Güçlü bas melodileri üzerine, Acid House’un ortaya çikmasina sebep olan TBR-303 ve çesitli synthesizer kaynakli seslerden olusan üst melodiler Trance’in belkemigini olusturdu. Bu dönemde Avrupa’da yaygin olarak dinlenen “Euro” ya da “Club” denen melodik bir House türevi de Trance’in gelisiminde etkili oldu. Euro’da tekrar edilen canli ve duygusal melodiler, Trance’te birtakim degisimlere ugrayarak neredeyse durmaksizin devam ediyordu. Genellikle parça beat seviyesinin düsmesiyle bir noktada duruluyor, dinleyici melodiye odaklanip bekletildikten sonra, beat canlanmis ve yenilenmis bir halde tekrar müzige giriyordu. Böylece takip edilen melodi uzatilarak müzikte bir anlati ortaya çikiyordu.

Frankfurt Acperience...

1991 yilinda Dj Dag Lerner ve Rolf Elmer’in “dance2trance” parçasi Trance müzige adini verdi. Bu sirada Frankfurt kökenli Harthouse, Eye Q Records, R&S gibi Label’lar Trance’in gelisiminde önemli rol oynadi. Harthouse’u kuran Sven Vath, Heinz Roth Mathias Hoffman bu yönde çalismalar yaptilar. Lerner ve Rolf’un “We Came In Peace” ve Hardfloor’un “Hardtrance Acperience” adli parçalari erken dönem Trance sound’unun belirleyicisi oldu. Arpeggiators, Spicelab, Barbarella, Oliver Lieb, Cosmic Baby gibi isimler ardarda Trance prodüksiyonlari yaptilar.

Ingiltere’den Goa’ya...

Paul Oakenfold gibi Dj’ler sayesinde Ingiltere’de popülarite kazanan Trance; Acid Trance, Hard Trance, Ambient Trance gibi alttürlerin ortaya çikmasina sebep oldu. Avrupa’dan Hindistan ve Tayland’a kadar ulasti, Psytrance ve Goatrance gibi belirgin ve güçlü bir yola girdi. Fransa’da Robert Miles, BT ve Sash gibi prodüktörlerin çalismalari; Almanya’da ise Dj Taucher ve Paul Van Dyk gibi Dj’lerin etkisiyle Trance bugün dinledigimiz haline yaklasmaya basladi. Sasha ve John Digweed New York’taki Twilo adli kulüpte Amerika’yi Trance’le tanistirdilar. 90’larin sonuna dogru Vincent de Moor ve Ferry Corsten gibi isimlerle Trance mainstream chart’lara girmeye basladi. “Carte Blanche”, “Out of the Blue” gibi parçalar dünya çapinda hit oldu. Insanlarin bir zamanlar burun kivirdigi Trance tüm dünyayi sardi ve elektronik dans müzigine büyük ölçüde hakim oldu. Trance yayginlastigi ölçüde kötü taklitler ve seviyesiz prodüksiyonlar da artti. Toplama Trance albümleri kamyon dolusu satmaya basladi, her yil yenilenen Anthem’leri televizyondaki programlarin jingle’larina kadar girdi.

Progressive yönelimler...

2000’lere dogru artik yilin Dj’leri siralamalarinda Sasha, Digweed, Paul Oakenfold, Paul van Dyke gibi Trance üstadlari en üst siralarda köse kapmaca oynuyordu. Onlar Trance’in temel özelliklerinden ayrilmadan tarzlarini gelistirmeye, farkli türleri de müziklerine katmaya basladilar. Ortalikta dolanip duran neseli ve yüzeysel taklitlerin aksine, gitgide daha karanlik ve house’a yaklasan soundlara dogru ilerlediler. Progressive Trance’le beraber Trance, pop müzigin vokal gücünü de arkasina aldi. Yapilan her yenilik bambaska bir sonuç ortaya çikardigindan birbirinden son derece farkli soundlar gelisti ve trance etrafinda dolanan Dj’ler büyük ölçüde kisisel ve özgün tarzlar olusturma imkani buldular. Tiesto, ATB gibi yeni isimler bos kalan Anthem sahasini doldururken, Steve Lawler, Sander Kleinenberg gibi isimler Trance içinde farkli yönler çizdiler.

Hare hare...

Trance müzigin temelini olusturan, insani bir tür transa sokan yapi aslinda müzigin temel özelliklerinden biri. Bu özellik doganin seslerinde de, hayvan seslerinde de, Reggae’de de, Bach’in kanonlarinda da var. Bu özellik tekrara ve takip edilebilen bir melodiye bagli. Tekrarlar sikici görünse de insani transa sokan sey, bu sikiciligin kendisi. Afrika kabile müzigi, Sufi müzigi, ve birçok dindeki ilahiler de bu özelligi tasiyor. Budizm’deki mantralara, Hare Krishna’larin ayin müziklerine baktigimizda sürekli tekrarlar ve belli bir melodi üzerindeki varyasyonlarin insanlari güçlü bir sekilde etkiledigini görüyoruz. Bu yapi dinleyicinin zihninde ayriksi bir trans alani olusturuyor ve kisi varyasyonlari takip ederken düsünme sürecine girerek bir iç yolculuga çikiyor. Belli belirsiz sesler dinleyicinin dikkatinin hassaslasmasina yolaçiyor. Müzigi olusturan seslere belli anlamlar, roller yükleniyor ve melodinin akisi içinde bir anlati olusuyor.

Kemerlerinizi baglayin...

Diger müziklerde melodi kisa tutularak tekrar edildiyor. Trance’te ise melodi bütün bir sarkiya yayildigindan parçanin içindeki anlati kendi içinde giris, gelisme ve sonucu olan anlati bir öykü olusturuyor. Bu öyküler planli bir set içinde anlamli bir bütün olarak dizildiginde ve islendiginde ise müzik dinleme deneyiminin kendisi bir iç yolculuga dönüsüyor. Üstelik malzeme ayni olsa da her dinleyici kendi zihninde kendi öyküsünü olusturdugundan Trance etkilesimli olma özelligini de tasiyor. Bu nedenle partilerde ve kulüplerde kalabaligi yönlendiren, yolculuga çikaran Dj’lere halk arasinda “pilot” adi veriliyor. Insan psikolojisi, ortamin atmosferi, enerji etkilesimi Trance konusunda son derece önemli. Dolayisiyla, kendini müzige katmayi reddeden dinleyiciler Dj’i, suya götürüp susuz getiren Dj’ler ise dinleyicileri üzüyor. Pagan toplumlarinda Saman davullariyla yapilan trans ayinleri günlerce sürerdi. Simdi de kulüplerde ve partilerde teknolojinin samanlari olan Dj’ler iç yolculuklarimiza yön veriyor. Olumlu sartlar altinda gerçeklesen bir Trance partisinde ise bu yolculugu kendine dair bir çok sey ögrenmis, duygularina isim vermis, hayat deneyimi edinmis ve bunlari tek bir söz söylemeden insanlarla paylasmis olarak sonlandirmak mümkün. Yapmaniz gereken tek sey gözlerinizi kapayip kendinizi açmak...
Techno
Makinelerin sesi...

Techno kasvetli, monoton bir endüstri sehri olan Detroit’te dogdu. Bu karanlik sehirde, dumanlar altindaki sokaklar fabrikalarla, fabrikalar durmaksizin bagiran makinelerle doluydu. Makinelerin sesi Kraftwerk’le beraber müzigin içinde duyulmaya baslamisti. Chicago ve New York’ta House’un ortaya çikisiyla da yeni bir müzik anlayisi, yeni yapilar, anlatim biçimleri olustu. Acid House’la müzige giren cizirtilar ve tuhaf sesler Detroit’te gitgide saflasarak, four-to-the floor beat’inin üzerinde yerlerini aldilar. 80’lerin ortasinda, tamamen elektronik ve son derece soyut bir müzik olan Techno ortaya çikti. Techno, makineyle insan arasindaki melez varolus biçiminin bir ifadesi; en saf insani duygulari makinelerin sesleriyle anlatan yeni bir dildi.

Techno’nun ilk örnegi 1985 yilinda Juan Atkins tarafindan üretildi. Atkins bu noktaya gelirken Kraftwerk, Parliament, Funkadelic ve Dj Electrifying Mojo gibi isimlerden etkilenmisti. Gençliginde davul ve bas gitar çalan Juan Atkins’in, kendine 3070 adini veren Vietnam gazisi bir okul arkadasi vardi. Asil adi Richard Davis olan 3070, Roland MSK-100 model bir sequencer kullanarak tekbasina müzikle ugrasan, içine kapanik bir gençti. Atkins de elektronik müzik yapmayi kafasina koymustu ama o zamanlar bunu yapmak için insanin elektronik mühendisi olmasi gerektigini düsünüyordu. 1981’de Atkins ve 3070, Cybotron adli iki kisilik grubu olusturdular. Bu dönemde synthesizer beat’leri ve bas melodileri, Juan Atkins’i liseden arkadaslari olan Derrick May ve Kevin Saunderson’la biraraya getirdi.

Rec, Pause, Play...

Baslangiçta son derece ilkel sartlar altinda deneysel çalismalar yapiyorlar, parçalarini bir pikap ve kaset çalarin “pause”dügmesiyle kurguluyorlardi. Atkins ve May yaptiklari müzikleri “Deep Space Soundworks” adiyla bir partide çaldilar ve basarisiz oldular. Kimse dansetmedi, insanlar ilgisiz birsekilde etraflarina bakiniyordu. Daha sonra bu isimler Detroit sound’unun kuruculari oldular. Bazen birarada, bazen de farkli isimler altinda tekbaslarina çalismalar yaptilar. [ Model 500 (Atkins), Reese, Kreem, Santonio, Inter City, Keynotes, E-Dancer (Saunderson), Mayday, R-Tyme, Rhytim is Rhytim (May) ]

Cybotron’un ilk plagi “Alleys of Your Mind” yerel olarak piyasaya sürüldü ve 15,000 satti. Cybortron sadece bir müzik grubu degil, çok yönlü, fütürist bir projeydi. Fütüroloji arastirmalari yapan Alvin Toffler’in düsünceleri, Kabbala, bilgisayar oyunlari gibi oldukça farkli kaynaklardan beslenen Cybotron, bir techno sözlügü, yeni bir tecno dili gibi projeleri kapsiyordu. "Clear" ve "R-9" gibi isinma çalismalarindan sonra Cybotron, 1985’te Fritz Lang’in “Metropolis” filminden esinlenilerek ismi koyulan “Techno City”i yayinladi. Böylece bu yeni müzigin adi da koyulmus oldu.

Ayni yil Atkins Model 500 adi altinda çalismaya basladi. Metro-plex adli kendi label’indan “No UFOs”u yayinladi. Bu dönemde Detroit üçlüsünden herbirinin kendine ait bir label’i oldu. Metroplex’in sublabel’i olan Transmat Derrick May’e aitti. Saunderson’in label’i da kendi adini tasiyordu; KMS (Kevin Maurice Saunderson). Aralarinda "Strings of Life", "Rock to the Beat", "When He Used To Play" gibi parçalarin yeraldigi sayisiz plak çikardilar.

Detroit üçlüsü kendilerini, makineleri üreten sisteme, makinelerle karsi koyan bir güç olarak görüyordu. Teknolojiyi kucaklayan, bir yaniyla da karanlik ve duygusal bir tavirlari vardi. 120 bpm civarindaki, tuhaf, yabanci seslerden olusan bu müzik, güçlü bir duygusal yogunluga sahipti ve yeni jenerasyonun ruh halini tam olarak yansitiyordu. Bu, arzu ve endisenin birlesip tek bir duyguya dönüstügü, paranoyanin mutlulugun bir parçasi haline geldigi, ünlemle soru isaretinin birlestigi bir noktaydi. Derrick May’in o siralarda yaptigi bir parça bu duygunun adini koydu; “Is It What It Is?”

Bir sanayiden digerine...

Techno, Chicago’da gelisen Acid House’la ayni dönemde ortaya çikmasina ragmen uzun süre Detroit sinirlarini asamadi. Amerika’da kabul görmeyen Techno, 90’larda Avrupa’ya siçradi ve özellikle Ingiltere’de büyük yanki uyandirdi.Detroit’teki gelismeleri takip eden Neil Rushton Transmat’la baglantiya geçti ve Detroit üçlüsünün 12 parçasindan olusan “Techno! The New Dance School of Detroit” adli toplama bir albüm hazirlayip Ingiltere’de satisa çikardi. Bu albümle Techno Ingiltere’de patladi ve Avrupa’ya yayildi. Bu dönemde elektronik ve bilgisayar teknolojisinde yasanan gelismelerle dijital müzik üretimi teknik olarak kolaylasti ve ev stüdyolarinda rahatlikla gerçeklestirilebilir hale geldi. Böylece Techno, Detroit’li ustalardan esinlenen Avrupali gençlerin eline geçti . Techno Ingiltere’de Londra, Manchester gibi parti sehirlerinde degil, yine bir endüstri sehri olan Sheffield’de gelisti. 808 State ve A Guy Called Gerald gibi müzisyenler de Manchester’da kendilerine özgü bir Techno sound’u olusturdular.

Ikinci Detroit Harekati...

90’larin basinda Detroit’in en önemli Techno kulübü olan The Music Institute kapandi, Detroit üçlüsü farkli yönlere dagildi. Onlarin ardindan ikinci bir Detroit Techno hareketi yasandi. Bu hareketin öncüleri +8, Underground Ressistance, Jeff Mills, Mike Banks gibi label ve producer’lar oldu. Electro, Synth Pop, Belçika kökenli EBM (Electronic Body Music) ve daha birçok endüstriyel etki altinda gelisen bu yeni akim oldukça sert, öfkeli ve endüstriyel bir sound’un ortaya çikmasina sebep oldu. Underground Resistance birbiri ardina “Sonic”, “Waveform”, gibi sert ve iddiali EP’ler yayinladi. Ayni ölçüde sert ve hizli prodüksiyonlar çikaran +8 ise Richie Hawtin ve John Acquaviva’ya aitti. Hawtin ayrica F.U.S.E. (Futuristic Underground Subsonic Experiments) adi altinda tek kisilik çalismalar da yapiyordu.

Bu dönemde iyiden iyiye ticari ve uyusturucuya endeksli hale gelen Rave’ler Hawtin gibi müzisyenlerin kabusu haline gelmisti. Birçok Dj ardarda çaldigi için setlerin süresi kisalmisti, Dj’ler insanlari uzun ve konsantre bir yolculuga çikaramiyorlardi. Uyaricidan gözü dönmüs bir kitle ne dinlediginin farkinda bile degildi. 180 bpm’e alisan Hardcore zombileri Hawtin’e yaklasip biraz daha hizli çalmasini istiyorlardi. Daha hizli, daha sert, daha daha daha derken müzikal anlamda birseyler gerçeklestirmek isteyen Dj’lerin sinirini bozmaya baslamislardi. Durumdan rahatsiz olan insanlar gitgide korkunçlasan Rave ortamindan kaçip kulüplere sigindilar. +8 de sert ve hizli takintisindan uzaklasip daha nitelikli arayislara yöneldi. Hawtin, Chicago Acid sound’u ve Detroit Techno’yu sentezledigi ve “Kompleks minimalizm” adini verdigi bir alanda çalismalar yapmaya basladi ve bunlari Plastikman adi altinda yayinladi.


Detroit’ten Berlin’e...

Bu sirada Speedy J gibi müzisyenlerle beraber Almanya’da da benzer yönelimler ortaya çikti. 90’larin ortasinda Detroit’li producer’lar Berlin’i mekan tuttular. Underground Resistance, Alman label’i Tresor üzerinden albümler yayinlamaya basladi. Tresor Berlin’deki ayni adli kulübe bagliydi. Juan Atkins, Eddie Flasin’ Fowlkes gibi isimler de Tresor’la çalismaya basladilar. Tresor’dan çikan toplama bir albümün adi bu ilginç ortakligi yansitiyordu: “Berlin-Detroit: A Techno Alliance”. Underground Resistance’in sert tavri da Frankfurt’taki Force Inc. ve PCP gibi label’larla Avrupa’daki karsiligini buldu.

90’li yillar boyunca Techno’dan türeyen Hardore, Gabber, Ambient gibi sayisiz müzik türleri ortaya çikti. Richie Hawtin basta olmak üzere Joey Beltran, Jeff Mills, Robert Hood, Stacey Pullen, Kenny Larkin, Alan Oldham, Dan Curtin, Claude Young, Marc Kinchen, Blake Baxter gibi müzisyenler minimalist Detroit gelenegini sürdürdüler. +8 (Kanada), Djax-Up (Hollanda), Tresor, Labworks (Almanya) gibi label’larla Techno pürist ve avant-guarde bir yönde ilerledi. Ingiltere’deyse Soma, Ferox, Ifach, Peacefrog gibi label’lar ve aralarinda Dave Angel, Funk D’Void, Russ Gabriel, Luke Slater, Ian O’Brien’in bulundugu producer’lar Detroit etkisinde farkli Techno soundlari olusturdular.

Arzu ve Endise...

House ve türevleri süslü melodiler, eglenceli sound’larla insanlari tavlarken, Techno son derece basit, keskin ve bir o kadar da soyut bir anlatim biçimiyle hareket ediyor, dolambaçli yollar izlemek yerine direk sinyaller gönderiyor. Üretim süreci açisindan tekolojinin sinirlarini zorluyor, postmodern kolaj anlayisini en tuhaf sekliyle gerçeklestiriyor. Techno’nun minimalist, sabirli, agirdan alan tavriyla yaratilan etki, müzigin basit oldugu ölçüde yogun ve duygusal açidan karmasik bir hal aliyor. Üstelik bu etki, teknoloji toplumlari için evrensel bir anlatim gücüne sahip. Techno teknolojide duygunun, hizda tükenisin, ilerlemede yikimin varliginin bir göstergesi oldu. Teknolojiyle içiçe yasanan bir dönemin baslangicinda henüz adi koyulmamis kavram ve duygular bu müzikle ifade edildi. Arzu ve endiseyle...
DJ’in ve Club’in dogusu
Önce müzik vardi. Sonra sesler kaydedildi. Ve birileri kaydedilmis müzikleri kendi zevklerine göre biraraya getirip insanlara dinlettiler. Böylece müzik dünyasinda sanatsal anlamda varligi sürekli tartisilan Dj’ligin temelleri atilmis oldu. 1877’de Thomas Alva Edison tarafindan sesin ilk kez kaydedilmesiyle baslayan macera, insan seslerini ve müzigi önce fonografa, ardindan gramofona ve nihayet pikaba tasidi. 1906’da ABD, Massachussets’de bir radyoda Haendel’in “Largo”sunu plaktan çalan Reginald A. Fessenden teorik olarak tarihteki ilk Dj oldu. Baslangiçta zanaatkar olarak görülen Dj 1960’larda müzikal ve sosyal yeteneklerinin bir bir ortaya çikmasiyla müzisyen ve sanatçi kimligini kazandi. Disco, Hip-Hop, ve House gibi müziklerin ortaya çikisiyla Dj hem bir besteci, hem de bir yildiz, gençlerin takip ettigi bir sahsiyet oldu.

Dj’e kalkan eller kirilsin...

II. Dünya Savasi’na kadar Dj’lerin tek aktivite alani radyoydu. Bu dönemde radyolar da canli performanslari tercih ediyorlar, zor durumda kaldiklarinda plak çaliyorlardi ama kendi saatlerinde sadece plak çalan Dj’ler de vardi. Plak çalan radyo Dj’leri arasindan belli isimler parlamaya basladi. Her hafta binlerce mektup alan, çaldigi her plagi meshur eden Dj’ler dogal olarak plak sirketlerinin de dikkatini çekti. Böylece sonucunda da “Payola”, ya da “Pay-to-Play” kavrami ortaya çikti. Yani sirketler kendi plaklarini çalmasi için Dj’lere rüsvet veriyorlardi. Payola ile Dj’ler de müzisyen, sirket ve dinleyici arasindaki ask ve entrika çemberindeki yerini aldi. Hepsi bir yana Payola; Dj’in güç, etki ve karizma sahibi oldugunun, ve gelecekte de müzik dünyasinin önemli bir parçasi olacaginin göstergesiydi.

Ilk yildiz Dj’ler Al Jarvis ve onun takipçisi Martin Block oldu. Block programinda plaklari bir konser izlenimi yaratacak sekilde ardarda çaliyor, arada ilginç ve eglenceli konusmalar yapiyordu. Henüz mixing icad olunmadigindan sarki aralarinda baglayici olarak konusmalar ve ses efektleri kullaniyordu. Block bir süre sonra dinleyicilerinden her hafta gelen 12 bin mektupla ilgilenecek birilerini tutmak zorunda kaldi. Martin Block’un ardindan Allen Freed, Murray the K gibi birçok efsane geldi geçti. Kült sahis ve gençlerin sevgilisi radyo Dj’i imaji 60’lara dogru yavas yavas silindi ve yokoldu. Kisa bir sessizlikten sonra 70’lere dogru Dj , underground gay clublarda farkli bir sekilde dogdu ve kendine müzik dünyasinda sarsilmaz bir yer edindi.

Fight for your right to party...

Günümüzdeki “club”larin atasi olan “Disco” adini Fransizca “discotheque” sözcügünden aldi. Yunanca “diskos” ve “theke” sözcüklerinden olusan diskotek, disklerin bulundugu yer anlamina geliyordu. Böylece Disco; club gibi, mekandan yola çikarak müzigi ve yarattigi altkültürü tanimlayan bir sözcük oldu. Disco Avrupa’da dogdu, kavramsal gelisimini ise Amerika’da tamamladi. Ilk Disco’lar II. Dünya Savasi sirasinda Fransa’da ortaya çikti. Alman isgali sirasinda canli müzik çalan kulüpler kapatilinca, savas sirasinda dahi eglenmekten vazgeçmeyen gençler, Seine nehri kiyisinda depolarda toplanmaya basladilar. Gizli sakli partilerde kendi kurduklari basit müzik sistemlerinde plaktan müzik dinleyip dansediyorlardi. Ilk diskolarin “underground” özelligi savastan kaynaklansa da, gençlerin “Gizli Yediler” halet-i ruhiyesiyle gizli sakli eglenme aliskanligi sürecekti.

Savas sona erdiginde canli müzik çalan kulüpler tekrar açildi, nehir kiyisi partileri dönemi sona erdi. Fakat plak çalan mekanlardan bazilari da açik kaldilar. Gece kulüplerine iyi caz ve rock ’n’ roll gruplari bulmak kolay degildi. Oysa diskotekler Amerika’dan en yeni ve popüler plaklari kolayca getirtebiliyorlardi. Üstelik koca bir orkestrayla karsilastirinca tek bir Dj mekan sahipleri için de ucuza geliyordu. Böylece 50’lerin sonunda Fransa diskotek doldu. Bu durum müzik ve eglence dünyasinin en hassas ve insanlari ikiye bölen kavraminin da ilk örnegi oldu. Yani underground olan kavramlarin evcillestirilerek popüler kültürün bir parçasi haline gelmesi. Bundan böyle gençler her dönem “önce ben gördüm”, “ben daha underground’um”, “benim engin müzik bilgim seninkini döver” diye birbirlerini yiyip duracaklardi.
Danset ya da terket...

Avrupa’dan Amerika’ya siçrayan diskotek dans, hiz ve haza dayali bir kültürün baslangiciydi. Tarihteki ilk önemli club, 1960’ta New york’ta açilan “Le Club” oldu. O zamanlar insanlari dansettiren müzik twist olsa da, gecenin basinda yumusak ve yavas bir sekilde baslayip, gecenin sounda hizin ve canliligin artmasiyla zirveye ulasacak sekilde durmaksizin müzik dinleme ve dansetme aliskanligi burada ortaya çikti. Yari çiplak dansi kizlarin ortalikta dolastigi, tam bir sefahat ortami olan mekanin müdavimleri arasinda Windsor Dükü, Ava Gardner gibi isimler vardi. Le Club’ü “Peppermint Lounge” ve benzeri mekanlar izledi.

60’larin sonuna dogru diskotekler yüksek sosyete, zenci, latin ya da gay kulüplerdi. Bu mekanlarda çalinan; Latin, Funk ve Rock etkileri tasiyan, sürekli beat’e dayali ve ritm agirlikli yeni bir müzik, Disco müzigin ilk haliydi. Disco, insanlari sürekli dansettirmeyi, hatta durmalarina olanak vermemeyi amaçliyordu.

Ilk önemli underground club New York’taki “Salvation”di. O zaman çalinan müzigin adi “Parti Müzigi”ydi. Çünkü Dj müzigin sesini kistigi anda insanlar “Paaaarrtiiiiii” diye bas bas bagiriyorlardi. Salvation kapandiginda New york’un en önemli underground club’i “The Church” oldu. Eski bir kiliseden bozma mekan, satanist ayinlerini andiran bir dekorasyona sahipti. Gözleri alev alev yanan bir seytan figürü nereye gitseler dansedenleri takip ediyordu. Bu durum Katolik Kilisesi’ni rahatsiz etti.The Church, “Sanctuary” adiyla ve yeni bir dekorasyonla tekar açildi. Mekanlarin dönem dönem yeni isimlerle açilip kapanmalari zaman içinde bir club klasigi haline gelecekti.Yeni isletmeyle Sanctuary gitgide bir gay diskotegi haline geldi. Disco ve House müzigin üreticileri ilk müzik egitimlerini bu mekanlarda aldilar.

The Church, Salvation, Loft gibi underground gay clublarda ortaya çikan Disco, vücudun müzigiydi. Ilk Disco parçalarinda çogunlukla insan bedenine seslenen, dansetmeyi emreden sözler kullaniliyordu. “Set me free, set your body free, release yourself, let the beat control your body, slave to the rhythm...vb.” Sürekli degisen ve hep ayni kalan bir monotonlugun hakim oldugu bu müzikte erotik eylem, dansin gücüne bir boyun egise dönüsüyordu. Disco güçlü bas titresimiyle insani fiziksel olarak da etkiliyordu. Kendini tamamen dansa ve müzige birakmak, ritmin gönüllü kölesi olmak gençlerin toplum düzenine tepkisinin en tuhaf biçimi oldu. Disco ve devaminda club gençligi, o güne kadar duyulan “hayir”larin aksine, kendilerinden geçmis bir sekilde “evet, evet, evet” diye bagiriyorlardi.

Pikabin sinirlari...

Salvation Dj’lerinden Francis Grosso, plak çalmayi yaratici bir süreç olarak gören ilk insandi. Sürekli denemler yaparak Dj tekniginde önemli buluslar yapti. Bir plagi tutarken, diger parçanin son beat’iyle ayni anda birakiyordu. Bu teknige “Slip-cueing” adini verdi. Pikap kayisini yakmadan plagi tutabilmek amaciyla sürtünmeyi azaltan “slip-mat”lerin mucidi oldu. Böylece parmagini kaldirdigi anda plak, dogru hizda hemen çalmaya basliyordu. Pitch ayari olan iki pikap ve kulaklik kullanarak plaklarin hizini ayarliyordu. Mixer’i müzigi yaratici biçimde degistirmek amaciyla kullanan ilk Dj de Grosso oldu.

O dönemde özel remixli dans plaklari ve maxi-single’lar olmadigi için Dj’lik çok daha zordu. Üç dakikalik single plaklar kullaniliyordu. Her plak bittiginde insanlarin psikolojisinde bir düsüs oldugunu gözleyen Dj Tom Moulton, plagin sonunda onlari yakalayip bir üst seviyeye tasimanin bir yolu olmasi gerektigini düsünüyordu. Böylece tarihteki ilk remixleri gerçeklestirdi ve sarkilari hem Dj’lerin, hem de clubber’larin ihtiyaçlarina uygun hale getirdi. 1976 yilinda maxi-single’lar, yani 12 inç plaklar kullanima girdi ve Dj’lere büyük rahatlik sagladi. Ayrica sikistirma oranini azalttigindan 12 inçlerin çikisiyla ses kalitesinde de önemli bir iyilesme saglandi

54 ve Garage...

Tarihteki en önemli iki kulüp Studio 54 ve Paradise Garage oldu. Club kültürü ve yeni eglence anlayisi bu mekanlarda olustu, Disco müzikten türeyecek olan House, Techno ve Trance gibi müziklerin temelleri atildi. Mikhail Baryshnikov, Jacqueline Bisset, Grace Jones gibi isimlerin takip ettigi 54’te kapi görevlisi kavrami yepyeni bir anlam kazandi. Oldukça genis (?) bir yetki alanina sahip olan kapi görevlileri, içeride yaratilmak istenen ambiansi adeta yemek yapar gibi hazirliyorlardi. Biraz gay, biraz lezbiyen, biraz zenci, bir miktar tuhaf kilikli insan.Yemek tarifleri ise yaradi ve sonunda kapi görevlileri clubber’lar için bir kâbus haline geldi. Gecenin sogugunda upuzun kuyruklarda isinmak için disari sizan müzikle dansetmek, kapidan dönme korkusunun verdigi heyecan, içeri girebilmis olmanin tuhaf gururu olayin bir parçasi haline geldi. “Kim en underground?” sorunsalinin yanina “Kim en V.I.P?” durumu eklendi.

Daha sonralari Garage sound’una adini verecek olan Paradise Garage ise tam bir efsaneydi. Oldukça underground olan mekandaki bas öyle kuvvetliydi ki, birakin mideyi, insanin elini ayagini bile zinlatiyordu. Garage’in unutulmaz Dj’i Larry Levan bir gecede üç ayri müzik sistemi kullaniyordu. Gecenin basinda nispeten yavas müzikleri alelade bir müzik sisteminde çaliyordu. Müzikleri hizladikça daha yüksek kalitede bir sisteme geçiyor, gecenin sonunda ise o dönemde bulunabilecek en mükemmel ses sistemiyle insanlari tabir yerindeyse “uçuruyordu”. Ilk pilotlardan Levan tam bir hipnoz durumu yaratmak amaciyla havalandirma ve isiyi sarkilara göre ayarliyor, belli sarkilar için ortaliga belli parfümler siktiriyordu. Ayrica daha sakin müziklerin çalindigi, taze meyveler, dondurma ve çikolata servis edilen bölme de sefahatin ayrilmaz parçasi “Chill-Out” kavraminin ilk örnegiydi. Bunlarin yanisira Garage’i farkli kilan en önemli özelliklerden biri de hiç alkollü içki satilmamasiydi. Buna ragmen diger kulüplerle kiyaslandiginda Garage’da çok daha az uyusturucu kullaniliyordu. Çünkü Garage atmosferinde insanlarin uyusturucusu ve uyaricisi, müzigin kendisiydi.

Eskiden underground’du, simdi televole oldu...

Disco kültüründe sadece Dj degil, kulüpte dansedenlerin hepsi birer yildizdi. Etnik, sinifsal ve kültürel ayrimlar dans pistinde yokoluyordu. Haftaiçi garsonluk ya da tezgahtarlik yapan siradan gençler cumartesi gecesi birer disco krali ve kraliçesine dönüsüyor, kendilerine özgü dans figürlerini sergiliyorlardi. Club merkezli bu yasam, sürekli haftasonunun beklendigi, “o gece” için hazirlik yapilan bir ritüele dönüstü.

70’li yillar boyunca Disco gitgide daha popüler hale geldi, underground bir hali kalmadi. Jet sosyete, gayler, zenciler, beyazlar, kapitalistler, Marksist’ler... herkes Disco atesinden nasibini aldi. Kulüplere giderken giyilen abartili kiyafetler, deri pantolonlar, platform topuklar günlük modanin bir parçasi oldu. 80’e dogru Disco’nun iyiden iyiye ayaga düstügünü gören müzisyenler eski günlerdeki gibi güzel güzel eglenebilmek için söhret ve paradan vazgeçip, projelerini durdurdular. Sürekli eski günlerin çok daha güzel oldugundan bahsetmek, herseyin yeni basladigi bir zamanda Club kültürünün bir parçasi haline geldi. 80 basinda Disco atesi söndü, platform topuklar ve renkli peruklar dolaplara kalkti. Ilerleyen yillarda Disco’nun küllerinden New York’ta Garage, Chicago’da House, Detroit’te ise techno dogacakti.

Acid House, Summer of love, Rave
Chicago’dan Londra’ya ...

70’ler ve 80’lerde Amerika’da ortaya çikan Disco, Hi-NRG ve House gibi akimlar Avrupa’da küçük çapta da olsa karsiligini bulmustu. Club kültürünün Amerika’dan sonra en çok kabul gördügü Ingiltere’de 80’ler boyunca, M/A/R/R/S, Cold Cut, Bomb The Bass, S-Xpress gibi elektronik dans müzigi yapan gruplar ortaya çikti. Fakat bu alanda Avrupa’da kitlesel olarak genis ilgi gören ilk akim Acid House oldu. Bu yillarda Avrupa gençligi Ibiza’yi kesfetti. Ingiltere’de de Ibiza atmosferini yakalamak için birtakim partiler düzenlenmeye basladi. Londra’da Heaven, Shoom, ve Project Club gibi kulüpler açildi. Shoom’da Dj Danny Rampling, Heaven’da Paul Oakenfold gibi isimler Chicago House, Acid House, Indie ve Hip-hop karisimi bir müzik çaliyorlardi. Bu dönemde kulüplere gidilirken Ibiza’da geçen yaz tatillerini animsatan yazlik giysiler, özellikle de beyaz tisörtler giyiliyor, fosforlu, parlak renklerle gerçek üstü bir ortam yaratiliyordu. Kisa süre içinde Acid House Londra gece hayatinin önemli bir parçasi haline geldi.

303 State...

Chicago House’un bir alt türü olarak ortaya çikan Acid House varligini Roland TBR-303 adli bas makinasina borçluydu. Roland bu aleti TR-606 davul makinasina tamalayici bir unsur olarak 1981’de piyasaya sürdü. Tek oktavlik klavyesi ve alti ayar dügmesi olan 303’ün satislari öyle kötüydü ki iki sene sonra piyasadan kaldirildi. TR-909’un ortaya çikisiyla eski davul makinalari da tarihe karisti. Fakat Chicago’daki House müzisyenleri 80’lerin ortasinda 303’ü tekrar kesfettiler ve üretimi durdurulup bir kenara atilan bu küçük kutudan Acid House denen müzigi çikardilar.

Dj Pierre ve arkadasi Spanky kendilerine bir 303 aldiklarinda aleti kullanim kilavuzunda yazildigi gibi, bas melodileri yazmak için kullanmayi amaçliyorlardi. Fakat aletin üstündeki ayarlar ve rezonans filtreleriyle sesleri tamamen degistirebildiklerini farkettiler ve sesler üzerinde oynamaya, olanaklarin sinirlarini zorlamaya basladilar. Acid soundu 303’ün içinde zaten vardi diyen Pierre ve Spanky yaptiklari kayitlari The Music Box adli kulübün ünlü Dj’i Ron Hardy’ye verdiler. Benzeri kayitlar korsan kasetlerle yayildi ve insanlar müzik dükkanlarina gidip bu tuhaf müzigi aramaya basladilar. Acid House’a adini veren Pierre, bu adi seçerken psikadelik özelliklerinden dolayi Acid Rock’tan etkilendiklerini ve de LSD’yle ilgisi olmadigini, kendisinin de hiç uyusturucu kullanmadigini söylüyordu.

Ayni dönemde Phuture, ardindan da Slazy D, Adonis, BamBam gibi Dj’ler de 303’ü kullanmaya basladilar. Iki sene sonra Acid House’u kesfeden Avrupa’li müzisyenler 303’ü degil de bir sonraki modeli olan 909’u tercih ettiler. Fakat simdi bile birçok müzisyen bir klasik olan 303’ün yerini hiçbir aletin tutamayacagini söylüyor. Kimilerine göre tekerlek gibi, asla eskimeyecek ve degismeyecek bir icat olan 303’le elde edilen seslerin ve uyaricilarla beraber yaratabilecegi etkilerin siniri yoktu. Bir süre sonra bu sesler partileri ve kulüpleri sardi. Günes gözlüklü, beyaz tisörtlü gençler kulüpleri doldurdu. Sik ve abartili kiyafetlerle kulübe gitme dönemi kapandi. Rahat dansedilebilen yazlik kiyafetler ve spor ayakkabilar tercih edilmeye basladi. Önceleri underground hippie’lerin kullandigi sari “smiley” sembolü bu yillarda tekrar kesfedildi ve Acid House kültürünün simgesi oldu. Smiley günes, eglence ve mutlulugun sembolüydü. Bir yil içinde Smiley Londra sinirlarini asti ve Avrupa’yi sardi. Avrupa ilk kez dans üzerine kurulu bir altkültür hareketine sahne oluyordu.

Underground nedir?...

Acid House’un çikisinin ardindan 1988 yilinda Ingiltere’de ikinci Summer of Love yasandi. Ilk Summer of Love 1967 yilinda San Fransisco’da Hippie hareketiyle yasanmisti. 68 kusaginin çocuklari 88 yilinda Hippie ruhunu farkli bir sekilde canlandirdilar. Büyük depolarda illegal partiler düzenleniyordu. Olasi polis baskinlarinda müzik sistemini kaçirabilmek için kapida büyük bir kamyon hazirda tutuluyordu. Parti haberleri elden dagitilan flyer’lar ve zincirleme telefonlarla duyuruluyordu. Ardarda partilerin yapildigi bu dönemde isin içinde olan insanlar zaten iletisim aginin bir parçasi oluyor, bir sonraki olayin nerede gerçeklesecegini biliyorlardi. Ruhsatsiz içki satisi ve uyusturucu kullanimi yüzünden sik sik polis baskinlari yapiliyordu. Insanlar sirtlarinda hoparlörlerle polisten kaçiyor, bazen parti bir gece içinde yedi kez yer degistiriyordu. Baskin korkusu, olmayan isik ve havalandirma sistemleri, kendi içeceklerini partiye tasimak gibi sikintilarin yasandigi bu dönemde insanlar hiçbirseyi yeterince begenmeyip, herseyden sikayet etmeye henüz baslamamislardi. Iyi müzikler ve birarada olmak o zamanlar mutlu olmak için yeterliydi. En zor sartlar altinda, Clubbing denen olayin en saf hali yasaniyordu.

Acid House Punk’tan bu yana Avrupa’da yasanan en büyük gençlik hareketiydi. Öfkeli ve sert Punk akiminin ardindan barisçil, eglence ve dans üzerine kurulu bir hareket gençleri biraraya getirdi. Belirgin bir politik tavri olmayan, hatta politikayi reddeden Acid House etrafinda hedonistik bir kültür olustu. Bu apolitik tavir da farkli bir durusun ve tepkinin ifadesiydi. 80’lerin gençligi belirsiz ütopyalar pesinde kosmak yerine yasadiklari an içinde mutlu olmayi tercih ediyordu. Summer of Love’la beraber hayat, Ecstacy destekli, bitmek bilmeyen bir partiye dönüstü. Mutluluk simdi, bir çati altinda gülümseyerek danseden, terden sirilsiklam ve yariçiplak yüzlerce gençten biri olmakti.
 
Üst
Alt