Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi

1592127997356.png

Sivas’ın 170 km güney doğusunda Çaltı Suyu üzerinde, Anadolu’nun dağlar ve derin vadilerle örülmüş doğasının belki de bütün tarih boyunca kolay erişilemeyen bir köşesinde sadece Anadolu-Türk sanatının değil, İslam sanatının da en önemli mimari ve taşoyma yapıtlarından biri olan Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi vardır. Anadolu-Türk tarihinin en az tanınan ve Ortaçağın tarihsel panoramasında en az yer tutan Mengücek Beyliği’nin az bilinen kentlerinden biri olan Divriği’de Mengücek sülalesine mensup Ahmed Şah ve eşi Turan Melek tarafından yaptırılmış bu yapı UNESCO’nun dünyanın beş yüz mimari başyapıtı listesine girmiş tek Türk yapıtıdır.

Cami ve şifahanenin evrensel sanatsal statüsünü belirleyen ise iki büyük taçkapısının (caminin kıble ya da kuzey giriş kapısı ve şifahane kapısı) eşi dünya sanatında olmayan taşoyma bezemeleridir. Bu yapıda İslam ve Anadolu-Selçuklu sanatı bağlamında iki boyutlu genel geçer Selçuklu ve İslam Ortaçağ bezeme geleneğinin tümüyle dışında, üç boyutlu ve heykel nitelikli bir taşoyma başyapıtı yaratılmıştır.

Bu taşoyma uygulamasına olağanüstü bir başyapıt sıfatı vermenin üç nedeni var:
1. Bu yapıdaki üç boyutlu taşoyma uygulamasının ne İslam mimarisinde ne de eşzamanlı Hristiyan mimarisinde olmayan sanatsal özellikleri.

2. Bir cennet kapısını simgeleyen taçkapı tasarımının İslam mimarisindeki genel taçkapı tasarımlarından genel üslup olarak ayrılması.

3. Bu taşoymalarda kullanılan motifler sözlüğünün olağanüstü coğrafi ve tarihi kapsamı ve zenginliği.

Bu yapının özgünlüğünü yaratan bir başka olgu da yapıdaki kitabelerden adının Ahlatlı Hürremşah olduğunu öğrendiğimiz baş sanatçının, bu yapı dışında herhangi bir yapıtını bilmememiz ve yapıdaki olağanüstü yontu ustalığı. Hürremşah bu taçkapılarda kuşkusuz pek çok taş ustası ile birlikte çalışmıştır. Fakat onun yaratıcı elinin ve muhayyilesinin damgasının çok belirgin olduğu bölümler vardır. Ayrıca bu büyük yapıtın bitirilememiş bölümleri, ustanın çalışma yöntemi açıklayan bir bilgi kaynağı oluşturmaktadır.

[BASLIK2]HEYKELE YAKLAŞAN OYMALAR[/BASLIK2]
Mengücek Beyliği Alparslan’ın Malazgirt (Manzikert)’de 1071’de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i yenmesinden sonra Anadolu’ya giren müslümanlığı kabul etmiş Oğuz kabilelerinin (Türkmenlerin) Doğu Anadolu’da kurduğu küçük beyliklerden biri. 12–13. yüzyıllarda olasılıkla 1080–1270 arasında Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar bölgesinde egemen olan Mengücekliler, Danişmentli ve Selçuklularla aile bağları kurmuşlar, Türkmen beylikleri arasındaki ve Gürcülerle olan savaşlara katılmışlardır. Bu beyliğin tarihine ilişkin bilgi çok kısıtlı ve dolaylıdır. Asıl devlet merkezlerinin Kemah ve Erzincan olmasına karşın Mengücekliler döneminde yapılan en önemli yapıtlar, beyliğin ikinci derece merkezi olan Divriği’dedir. Kentte egemen olan Mengüceklilerin tarihine ilişkin başlıca bilgileri Ulucami ve diğer birkaç yapıtın kitabelerinden elde ediyoruz. İlginç olan tarih açısından çok az bilinen bu küçük kentte Selçuklu döneminin en büyük ve görkemli anıtının yapılmış olması ve taçkapılarını süsleyen heykel nitelikli taşoymalardır.

Türkmen göçünün İran’dan batıya yayılmasının yarattığı kültür ortamı tipik karşılıklı etkileşim ve dönüştürme süreci sergiler. Yakındoğu, 11. yüzyıldan sonra Zerdüşti geçmişini unutmayan bir Müslüman İran’ın, kendini yeniden tanımlayan yarı pagan Türklerin, Abbasi Rönesansı yaşamış bir Arap-İslam dünyasının ve Bizans Anadolu’sunda özümlenmiş bir Yakındoğu Hristiyanlığının, Türk politik egemenliğinde yeni şekillenen bölgesel bir İslam kültür alanı olmuştur.

Göçerler, batıya akan bir insan ırmağı olarak pagan, Budist ve İslam inançları, düşünceleri, geçtikleri bölgelerin zanaat ve sanatlarını ve onları üretenleri doğudan batıya taşımışlardır.

11-13. yüzyıllar Selçuklu döneminde Ortadoğu, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yoğun bir yenilikler dönemi sunar. 10. yüzyılın sonlarında Gaznelilerin Samani Devletini yıkmalarından başlayarak Karahanlılar’ın, Harzemşahlar’ın ve Selçuklular’ın Suriye ve Anadolu fetihlerinin harekete getirdiği ortamda büyük, zaman zaman kaotik bir hareketlilik vardır. Fakat o dönem, başka örneği olmayan yapıtlar ortaya çıkması ve özgün düşüncelerin ortaya çıkması için elverişli bir ortam oluşturmuştur. Yeni fethedilen Anadolu’da, Erzincan’da Mengücekli Behramşah’ın sarayında Belh’den gelen Bahaeddin Veled’in dört yıl kalması, Azerbaycanlı şair Nizami’nin Mahzen ül-Esrar Behramşah’a sunması ya da Ahlatlı sanatçı Hürremşah’ın da Divriği başyapıtını Anadolu’nun ıssız bir köşesinde tasarlaması o çağın Türk fethi fırtınasının dört bir tarafa saçtığı sanatçılar, düşünürler, şairler, bilim adamlarının geziciliği ve hareketliliğinin sonucu.

[BASLIK2]DİVRİĞİ ULUCAMİSİ VE ŞİFAHANESİ[/BASLIK2]
Divriği Ulucamisi’nin Kuzey giriş kapısındaki gösterişli özgün kitabe yapının, Mengücekli Ahmet Şah tarafından yaptırıldığını yazar ve 1228/29 (H. 626) tarihini verir. Anıtın şifahanesinin kapısı üzerinde de 629 (1228/29) tarihi ve yaptıranının Turan Melek olduğunu yazan bir başka kitabe daha vardır. Ulucami, Şifahane ve Ahmet Şah ile karısının türbesinden oluşan bu külliye, Osmanlı dönemi gibi farklı işlevlerin farklı binalara yerleşmesi anlayışının henüz gelişmediği dönemde dikdörtgen tek bir yapı kütlesi olarak inşa edilmiştir. Cami ve Şifahane bitişiktir. Türbe ise şifahanenin bir hacmini işgal ediyor. Fakat yüksek kubbesi üzerindeki konik külahı ile yapı dışında da vurgulanır. Caminin kıble açıklığı üzerindeki büyük kubbe, Türbe kubbesi, Cami ve şifahane ortalarındaki aydınlıklar ve büyük taçkapılar Divriği kentine egemen bir yamaçta kurulmuş bu yapıya pitoresk (durumu ve görünüşü resmetmeye değer) bir Ortaçağ silueti kazandırırlar.

1509’da olan büyük depremde batı taçkapısı ve batıdaki iki sahının yıkılmış olmasına karşın Ulucami mekân ölçüleri, mihrap aksının düzeni, maksure kubbesinin görkemli tasarımı, mihrap duvarının Türkiye’de başka yapılarda olmayan üç boyutlu soyut bitkisel bezemesi ve bezemeli tonozlarıyla (tuğla ve harçla örülmüş yarım silindir biçiminde tavan örtüsü) en iyi korunmuş Selçuk dönemi camilerinden biridir. Kapalı şifahane de aynı tasarım özgünlüğünü sergiler.

Divriği külliyesinin camisinin kuzey kapısı ve Şifahane taçkapıları özgün tasarımlarını ve taşoymalarını koruyorlar. Depremde yıkılan Batı kapısı 16. yüzyıl ya da daha sonra başka bir üslupla, caminin doğu penceresi ise 13. yüzyıl ortası klasik Selçuklu taş bezemesi üslubunda yapılmıştır.

[BASLIK2]BİR EŞİ DAHA YOK[/BASLIK2]
Sadece Anadolu-Selçuklu mimarisinde değil, İslam mimari ve sanat tarihinde ve Ortaçağ Avrupa sanatında da eşi olmayan bu yontular üç boyutlu heykelsi tasarımlardır. Caminin kuzey taçkapısı 14 m yüksekliğinde ve simgesel bir cennet kapısı imgesi yaratan iki soyut hayat ağacı yorumu üzerine kurulmuştur. Şifahanenin kapısı ise olağanüstü heykelsi ve atektonik (farklı biçim ve üslupların sıradışı bir biçimde bir arada kullanılması) öğelerle zenginleşen özgün bir mimari tasarımdır. Divriği Ulucamisi’nin dünyanın en önemli mimari yapıtları arasında kabul edilmesinin başlıca nedeni bu taçkapıların taşoymalarının eşsiz tasarımı ve uygulamanın mükemmelliğidir.

Caminin Kuzey Taçkapısı iki ayrı kökenli simgesellik içeriyor. Birincisi kökü Kuran’da olan Cennet imgesi diğeri bu cenneti tasvir eden ve kapıyı bir çelenk gibi çeviren iki hayat ağacı. Burada üç palmet (eski çağlardan itibaren kullanılagelen dilimli, simetrik yaprak şeklinde bir bezeme motifi) ve bir güneş motifi ile üç kez yinelenen dokuz palmet ve üç güneş kursu içeren ve simgeleyen düzenlemeler hayat ağaçlarının Türk mitolojisinde şamanların göğe çıkışlarını simgeleyen ikonografiye referans veriyor. Tasarımdaki 3x3 kurgusu Türk kozmogonisinde vardır.

[BASLIK2]CENNET TASAVVURU[/BASLIK2]
Kuzey kapısı ki, eşsiz bahçenin kapısını simgeler. Ancak cennette olabilecek büyük soyut yapraklar mimari çizginin esiri olarak kalmaz. Üç boyutlu, soyut ve her biri kendi başına bahçe olan olağanüstü bir imgelemin yarattığı büyük palmet motifleriyle örülmüş iki hayat ağacı ve onları yatayda birleştiren lotusün (nilüfer cinsinden birçok su bitkisine verilen genel ad) egemen olduğu çiçekler, kapının çevresinde bir çelenk oluştururlar. Sanatçının yontusal vizyonu, mimari tasarım iradesini aşan ve bir taşoyma ustasının alıştığı klişelerin tümünü bir kenara bırakarak yepyeni bir anlayışla mimariye bağımlı olan bezeme disiplininin sınırlarını aşmasıyla ortaya çıkmaktadır. Kuzey taçkapısında kapı nişi kenarlarında mimari profillerin üzerinden atlayarak niş içine sarkan büyük boyutlu palmet bu heykelsi bağımsızlığın en başta gelen örneğidir.

Bu cennet ağacı vizyonu İslam sanatının bezeme nitelikli ve her tür figürasyona karşı geleneksel tutumuna karşın, dünyanın diğer kültürlerindeki üç boyutlu yontu geleneklerine eşdeş bir nitelik taşıyor. Bu taşoymaya, yerleşmiş toplumlarla göçer toplumların simbiyotik yaşamlarından kaynaklanan bir kültürel çok kaynaklılığın en önemli göstergelerinden biri olarak bakmak gerekiyor.

Şifahane taçkapısı kuzey taçkapısından daha cesur bir mimari tasarım sayılabilir. Burada birbirine eş boyutta zengin silmeli iki kemer birbirlerine yaslanarak adeta arka arkaya gelen dalgalar gibi nefes kesen bir atılımla girişin dış çerçevesini oluşturuyorlar. Şifahane taçkapısı, Caminin kuzey taçkapısı kadar bitmemiştir. Fakat taçkapı cephesinde özellikle kapı nişi içinde değişik üsluplarla yapılmış ve bitirilmiş öğeler vardır. Bunların iki tanesi taçkapının iki tarafındaki insan başlarıdır. İslam mimarisinin insan figürü kullanılmasını yasak etmiş geleneği içinde, bu ancak o dönemde görülebilecek bir motiftir. Tasarımın en ilginç öğelerinden biri kapı nişi içinde ara kata açılan pencereyi ikiye bölen, zengin plastik karakteri ile alışılmamış bir etki bırakan sütundur. Mimari tasavvur olarak sütunlarla ikiye bölünen pencereler Orta Asya İslam dönemi Pencikent resimlerinde rastlanan mimari motiflerdir. Burada bütün yapının inşaatına egemen olan büyük bir deneme ortamında yeniden yorumlanmıştır.

[BASLIK2]BİR TAŞ USTASININ BİLGELİĞİ[/BASLIK2]
Divriği’de kuşkusuz pek çok taş ustası çalışmıştır. Bunların içinde yapı içinde iki kez adına rastladığımız için, adını bildiğimiz sadece Ahlatlı Hürremşah’dır. Divriği de taşı dantelâ gibi, büyük bir tutkuyla yontan, cennet kapısı tasarımının yaratıcısının hayranlık uyandıran biçimsel denemelerini, bu büyük ustanın 13. Yüzyılda yaşayan Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli gibi coşkulu bir sufi olduğunu varsayabiliriz. Hürremşah yanında değişik kaynaklı ve görece daha alışılmış motifleri tekrar eden iki boyutlu dolguları yapan, mukarnas (İslam mimarisinde görülen geometrik bezeme çeşidi) ayrıntılarını işleyen, ya da genel hatlarıyla belirlenmiş palmet işlemelerini tamamlayan, ya da tek bir motifin ustası olan sanatçılar, yazıtları yazan ve işleyenler, bezemesel tonozları ve kubbeleri, sütun başlıklarını, doğu penceresindeki Orta Anadolu üslubunda işlenmiş pencereyi yapan yüksek yetenekli taş yontu ustaları çalışmışlardır. Hürremşah’ın geldiği Ahlat, 1230’da Celaleddin Harzemşah tarafından tahrip edilmeden önce Sukman Oğulları ya da Erzenşahlar denilen bir Türkmen sülalesinin elinde dönemin en mamur, ünlü en eski kentlerinden biriydi. Ne var ki bu kentte bir ortaçağ yapısı ayakta kalmamıştır. Hürremşah’ın sanatının öncesi de sonrası da yoktur. Divriği hazinesi insanlığın ortak bir sanat göstergesi olarak bir müze bağlamında korunmalı. Yapının taçkapılarını süsleyen motifler küçük boyutlu, hepsi birbirinden farklı ve bir bölümü tamamlanmamış, yontucunun hayal ettiği metaforik soyutlamalardır. Motifler üç boyutlu, değişik derinliklerde, geometrik tasarımı temelde dışlamış, organik biçimlerden oluşur. Her metrekaresi büyük bir taşoyma-yontu şaheseriyle dolu bu taçkapılar bir heykel müzesi niteliğindedir. Orta Asya’dan Akdeniz’e, Türklerin ilişkide oldukları bütün kültürlerin yüzyıllar süren simbiyotik sanat ilişkilerini özetlemekte ve Türklerin göçer kültüründen yerleşik kültüre geçişlerindeki mekanizmaları aydınlatmaktadır. Onun için Divriği Ulucamisi ve Şifahanesine bu kültürel değişimleri yansıtan bir müze olarak bakmak gerekiyor. Bu taş bezemeyi yaptığını kabul etmemiz gereken Ahlatlı Hürremşah dünyanın en büyük sanatçıları arasında sanat tarihine girmesi gereken bir yaratıcı olarak Türk kültür tarihine ruh kazandırmaktadır.

Çin, Hint, Mısır sanatlarında lotus çiçeği çok değişik simgesel anlamlar içerir. Fakat her zaman yaratılış, vahiy ve başka ilahi vasıfları temsil etmiştir. Divriği’de kıble kapısının çelenginin en üstünde ve ortasında sanatçının amaçladığı simgeselliği ifade etmektedir.

Divriği külliyesinde camii ve şifahane bitiştirilerek tek bir kütle oluşturur. Şifahanenin bir odası kurucuların mezarıdır. Ön plandaki büyük poligonal kümbed cami-mihrap açıklığını örtmektedir. Cami tarafındaki silindirik payanda, minare ve batı duvarı 16. yüzyılda bir depremle yıkıldıktan sonra yapılmıştır.

Yıkılan batı kapısının kalan özgün fragmanları sonradan yapıda kullanılmıştır. Bunlar Türk beylerinin ongunları olan kuşlarıdır.

Şifahane kapısındaki iki Selçuklu başı madalyonlarla kombine edilmiştir. Yine bitkisel bezemelerle süslü madalyon olasılıkla bitmemiştir. Fakat insan figürü Mengücek sultanları çevresinde eski Türk kültürünün henüz güçlü olduğunu kanıtlamaktadır.

Bezemesel palmetlerin genel biçimleri ve içleri asimetrik motiflerle süslenmiştir. Burada her palmet bir bahçe olarak tasavvur edilmiştir.

Şifahane kapısındaki iki Selçuklu başı madalyonlarla kombine edilmiştir. Yine bitkisel bezemelerle süslü madalyon olasılıkla bitmemiştir. Fakat insan figürü Mengücek sultanları çevresinde eski Türk kültürünün henüz güçlü olduğunu kanıtlamaktadır.

Yapıyla birlikte, yüzlerce noktada kırılmış, sekiz yüz yıllık erozyon, su alma, hava kirlenmesi, bakımsızlık, bilgisiz restorasyon politikaları nedeniyle bozulmuş bir yontunun yaşatılması söz konusu. Bu yapının en mükemmel şekilde korunması ve dünyaya kazandırılması Türkiye’nin en öncül ve büyük kültürel sorumluluğudur.

Divriği Şifahanesi Anadolu Ortaçağı’ndaki kapalı medrese tipolojisine uyarak yapılmış şifahanelerin en iyi tasarlanmış ve korunmuş örneğidir.

Şifahane taçkapısı Ortaçağ İslam taçkapılarına benzemez. Çok zengin silmeli büyük iki taş kemerin birleştirilmesi ile oluşturulmuş özgün bir kompozisyondur. Burada taçkapı köşelerinin kompozisyonu kıble kapısından daha fantastik boyutlara ulaşır ve mimari niteliğini tümüyle yitirir. Üzerinde değişik usta elleri olan taşoymalar bitmemiştir. Fakat genel tasarım Hürremşah’ın olmalıdır.

Ulucami maksuresi (Yani mihrap önündeki mukarnas süslü kubbeyle örtülü açıklık) Anadolu’daki en güzel tasarlanmış ve uygulanmış taş maksuredir.

Mihrap duvarı ve mihrap nişi tamamlanmamıştır. Fakat işlenmemiş duvar yüzeylerindeki bağımsız yapraklar bu duvarlarda zengin bir bezeme programı tasarlandığına işaret etmektedir.
 
Üst
Alt