Ben Nuşirevan’dan Daha Az Adaletli Değilim

İslâm’m zuhûruna yakın günlerdeydi. Henüz çok [genç yaşta olan Hazret-i Ömer’le, arkadaşı Hazret-i Muâviye ticarî işlerle meşgul oluyorlardı. Bir ara meşhur arap atlarından birkaç kısrakla İran’a gitmeyi, acemlerin meftûn oldukları bu arap atlarını İran’da satarak hâtin sayılır bir para kazanmayı düşünmüşlerdi. Nihayet yol hazırlığını ikmâl ederek, birlikte yedeklerine aldıkları kısraklarla İran yolunu tuttular.

O günlerde İran’da adaletiyle ün salmış bir hükümdar yaşıyordu. Nûşirevan-ı Âdil diye meşhur olan bu hükümdar, bütün milletlere îtimad telkin etmişti. Ülkesine gelen yabancıların asla zulüm ve haksızlığa uğramayacaklarına dâir çevreye kanaat vermişti. Henüz genç oldukları kadar da atılgan ve cesur olan İki arkadaş ise bileklerinin kuvvetine güveniyor, yabancı ülkede uğrayabilecekleri muhtemel bir haksızlığa kuvvetle karşı koyabileceklerini sanıyorlardı. Ama güçleri yetmezse, âdil hükümdar Nüşirevan’m adâletine de güveniyorlardı.

İhtimalleri düşüne düşüne İran hududundan içeri girdiler. Yolda rastladıkları kimselere birer ikişer satış yaparak şehrin merkezinde kurulan pazara doğru yol aldılar. Zaten büyük pazara varıncaya kadar, ellerinde yanlızca bir tek kısrakları kalmıştı. Bu kısrağı zenginlerin geldikleri büyük pazar için bilhassa saklamışlardı. Ona çok para isteyeceklerdi. Çünkü mevcutların içinde en soylu ve hızlı koşanıydı.

Nitekim büyük pazara çıkardıkları günün ilk saatlerinde müşteriler üşüştüler:
– Ne istiyorsunuz bu taze küheylâna?
– Oç bin dinar.
– Olur mu be yabancı? Oç bin dinar bizim atlarımızdan üç tanesinin fiyatı.
– Doğru ama, bu sıradan bir kısrak değil, meşhur arap atlarının içinden seçilmiş eşsiz bir küheylân!..

Dizilen müşterilerden kimsenin gücü yetmedi bu küheylânı almaya. Akşama doğru atın ününü işitmiş olanlardan bir grup geldi. İçlerinden biri yüksek sesle konuşuyor, diğerleri de onun yanında sus pus vaziyette çekingen duruyorlardı. Bu adam sordu:

– Kısrağın fiyatı ne kadardır?
– Üç bin dinar.

Dudaklarını büktü, umursamaz bir edâ ile:

– Yarın sabah burada bekleyin, kısrağın parasını alırsınız, diyerek adamlarıyla birlikte oradan uzaklaştı
– Siz kimsiniz* adınız, adresiniz nedir? diyecek gibi
oldularsa da, etraftakiler ellerini ağızlarına götürüp ses çıkarmamalarını işaret ettiler.

Ertesi sabah aynı yere gelip bekleşmeye başladılar. Ne at alandan, ne de alırken orada bulunanlardan bir esercik yoktu. Bütün gün bekledikleri pazar yerinde, kimsenin kendilerinin hâl ve hâtınnı sormadığından duydukları üzüntü ile, misafir oldukları hana gelip düşünmeye başladılar.

Yaşlı olduğu kadar tecrübeli de olan han sahibi, misafirlerin neş’esinin kaçtığını görünce, iyi bildiği arapçasıyla sordu:

– Misafirlerimizin bugün neş’esi yok, düşünceli görünürler, sebebi nedir acaba?

Yana yakıla anlattılar:

– Biricik ümidimiz olan küheylânımızı biri alıp götürdü, ne ad, ne de adres verdi. Biz kimliğini öğrenmek isteyince de etrafındaki adamları ellerini ağızlarına götürüp sus işareti verdiler. Şimdiye kadar diledikleri yerde bekledik, kimseden bir ses çıkmadı. Biz bu atımızın parasını alamazsak, hiç kâr edememiş olarak döneceğiz. Kalan bu tek kısrak bizim kârımızı teşkil edecekti…

Hancı durumu farketmişti. Erafına bakındı, dört duvar arasında kendisini duyacak kimsecikler yoktu. Ama yine de tedbiri elden bırakmadı, misafirlerinin kulağına eğilerek fisıldarcasına îkaz etti:

– Sizin atınızı alıp da parasını vermek istemeyen kişi, hükümdarın yakın akrabası, yani yeğeni. Hükümdarın nüfuzunu sû-i istimal ederek böyle haksızlıklar işliyor. Siz yann erkenden kalkın, doğruca hükümdarın huzuruna çıkın, yanınıza aldığınız bir tercümanla durumunuzu olduğu gibi anlatın. Hakkınızı ancakböyle alabilirsiniz. Yoksa burada fazla kalmanız sizin akıbetiniz için hayırlı olmaz.

Başlanna nelerin geleceğini merakla bekleyen iki arkadaş ertesi sabah sağladıkları bir tercümanla doğruca hükümdarın huzuruna çıkarlar. Tercüman vasıtasıyla mâruz kaldıkları durumu, adâletiyle ün salmış Nûşirevan’a anlatırlar. Ancak, kendileri durumu aynen anlattıkları halde, tercümanın nasıl naklettiğinden haberleri olmaz. Dinleyen Nûşirevan-ı Âdil, hizmetçisini çağırıp, bir şeyler söyler. Bunları alıp dışarı çıkaran hizmetçi, ellerine ülkelerine dönecek kadar para tutuşturarak selâmetler. Akşam hana dönerler. Hancı merakla sorar:

– Söyleyin bakalım, aldınız mı atınızın parasını?

Bunlar ne aldık diyebilirler, ne de almadık.

Hattâb oğlu Ömer, kızgınlığını belirtir:

– Bu ne biçim adâlet anlayışı? Biz adama kısrağımızın bedeli olan üç bin dinann alınıp bize verilmesini anlattık. Adam ülkemize dönecek kadar yol parası elimize tutuşturup salıverdi. Biz sadaka istemedik, kısrağımızın parasını istedik. Ülkelere ün salan âdil hükümdar bu mu?

Tecrübeli hancı düşünceye dalar, işin içinde bir bit yeniği olduğunu hemen sezer:

– Durun bakayım, sizin işinizde bir bit yeniği var. Size yeni bir çare düşüneyim, der.

Birkaç saniyelik bir sessizliği yaşlı hancının yeni bir fikrini söylemesi bozar:

– Siz, der, yarın tercüman olarak beni alın ve tekrar hükümdarın huzuruna çıkmak için sarayın kapısı önünde bekleyin, bakın bu defa durum değişecek.
Genç Ömer’le, aynı gençlikte olan Muâviye, acem illerinde başlarına nelerin geleceğinin şüpheli bekleyişi içinde sabahı iple çekerler. Kısrağı ellerinden alıp parasını vermeyerek ortadan kaybolan adama olan kızgın-lıklannın te’siriyle uyuyamadan sabahı bulurlar.

Sabahın erken saatinde yaşlı hancıyla birlikte Nû-şirevan-ı Âdilin huzuruna çıkarlar. Hükümdar aynı yabancıları karşısında tekrar görünce çıkışır:

– Dün sizin yol harçlığınızı verdirmiştim, neye geldiniz yine?

Güngörmüş tercüman, sakince cevap verir:

– Efendimiz, bu iki arap misafirimiz yol harçlığı istemek için gelmemişler huzurunuza.
– Ya ne için gelmişler?
– Sizin adâletinizi gölgelemekten çekinmeyen yeğeniniz üç bin dinara satın aldığı kısrağın parasını ver-Imemiş, adamlarına da bunları tehdit ettirip paradan ( vazgeçmelerini îma etmiş. Huzurunuza mâruz kaldıkları bu haksızlığın önlenip üç bin dinarlarının alınması için gelmişler.

Hancının bu açıklamasından sonra ortalığa bir sessizlik çökmüş… Neden sonra hükümdarın mırıldandığı duyulmuş:

– Demek dünkü tercüman isteklerini doğru anlatmamış, yanlış tercüme ederek beni aldatmış, adaletime gölge düşürmüş. Yol parası bulunmayan araplar yol harçlığı istiyorlar, diye beni yanlış harekete şevketmiş..

Nûşirevan-ı ÂdÜ hemen işaret eder, adamı gelir, kesin emrini verir:

Bu iki gencin parası hemen verilsin.
Sonra sözüne şunu ilâve eder:

~ Bunlar bugün paralarını alınca yine misafir olarak kalsınlar. Yann sabah erkenden şehirden çıkıp ülkelerine giderken biri doğu, diğeri batı kapısından çıksınlar, sonra dışarda birleşip yollarına beraber devam edebilirler.

Böylece atlarının parasını eksiksizce alan iki tüccar delikanlı o gece handa rahat bir uyku çekerler. Sabahın erken saatlerinde kimseciklerin sokağa çıkmadığı bir sırada atlarına atlayıp şehri ayn ayn kapıdan terke-derler. Güneş doğarken şehrin dışında birleşen iki arkadaştan Ömer sorar:

– Sen çıküğın doğu kapısında ne gördün?
– İpte sallandırılmış bir adam. Bu adam, atımızı elimizden alıp da parasını vermekten kaçan hükümdarın yeğeniydi. Ya sen ne gördün çıküğın batı kapısında?
– Ben de ipte sallanan bir adam gördüm. Bu adam da bizim sözümüzü değiştirip haksız yeğeni koruyan hâin tercümandı.

Birlikte atlarını mahmuzlayıp Mekke’ye doğru tozlu yollardan ilerleyerek ülkelerine gelirler.

Aradan zaman geçer, aziz İslâm zûhur eder, nice hâdiseler, nice vak‘alar cereyan eder. Nihayet Hazret-i Ömer, Müslümanların halifesi, Hazret-i Muâviye de Şam valisi olarak devlet hizmetine başlarlar. O sırada yapılacak bir cami için bir Yahudinin arsasını istimlâk etmek isteyen Hazret-i Muâviye, arsa sahibi Yahudinin aksilik ederek vermek istememesi üzerine işi zora bozar. Yahudinin arsasını zorla alarak camiye ilhak etmek ister. Çevreden akıl alan Yahudi ise, doğruca Medine’ye, Müslümanların âdil halifesi Hazret-i Ömer’e koşar. Medine’ye geldiğinde etrafi debdebe ile dolu bir
halife arar. Kendisine:

– Halifemiz, Medine dışındaki şu gördüğün hurmalıkta bir hurma altında gölgelenmekte, oraya git, derler.

Yahudi tarif edilen yerdeki hurmanın altında hırkası yamalı birini görüp sorar:

~ Ben adaletiyle herkese emniyet ve huzur veren meşhur Halife Ömer’i arıyorum.

Yamalı hırka içindeki adam, gayet rahat cevap verir:

– Buyurun, aradığınızı buldunuz, derdinizi söyleyin?

Yahudi alaya alındığını zanneder:

– Ben şu meşhur Halife Ömer’i arıyorum..
– Buyurun, söyleyin dedim ya? Aradığınız benim.

Şaşıran Yahudi, arsasının zorla elinden alınmaya çalışıldığını, kendisi razı edilmedikten sonra malına el konmamasını istediğini söyler. Hurma ağacı altında eski püskü elbise içinde kendisini dinleyen sâkin adam, şöyle bir etrafa bakınır, gördüğü bir kemik parçasını eline alır, üzerine hemen orada iki kelimecik yazıp uzatır

– Buyur, bunu arsam elinden almaya çalışan eski arkadaşıma veri

Yahudi ümitsizlik içinde kemiği alıp geri döner. Yolda kendi kendine söylenir:

– Bir kemik parçasında iki kelimecik. ne te siri olacak, ne mânası bulunacak? Yahudi diye beni atlattılar. Arsamı işgal etmeye hepsi de kararlı..

Şam’a gelince kemik parçasını valiye uzatır ve neticeyi merakla seyreder Vali kemik üzerinde şu cümleyi
okur:
– Ben, Nûşirevan’dan daha az adaletli değilim!

Birden hayali, ipte sallanan adamların âkıbetine kayar ve Yahudinin kulağına eğilerek tek cümle ile cevap verir:

– Haydi git, cami için de olsa arsanı almaktan vazgeçtik!

Yahudi şaşırır. Yamalı hırka içindeki adamın bir kemik parçasına yazdığı tek cümle, her şeyi halletmiş, arsasını tümüyle kendisine iâde ettirmişti.

Hazret-i Muâviye, Yahudinin şaşkın şaşkın yüzüne baktığını görünce:

– Dinle, der, vaktiyle İran’da başlarından geçen vak’ayı aynen anlatır ve sözünü şöyle bağlar:

– Hazret-i Ömer kemik üzerindeki bu cümlesiyle demek istiyor ki, Yahudinin arsasını kendisine iâde et, izni olmadan camiye de olsa ilhak eyleme. Edersen adâletsizlik etmiş olursun. Sen adaletsizlik edersen şunu unutma ki ben, Nûşirevan’dan daha az adâletli değilim.

Yahudinin şaşkınlığı daha da artar. İslâm adâleti-nin inceliğini düşünür. Halifenin, valinin değil, haklı bulduğu bir Yahudinin tarafım tutması karşısında daha fazla dayanamaz, son sözünü şöyle söyler:

– Eşhedü en lâ ilahe illâllah ve eşhedü enne Mu-hammeden abdühû ve resûlüh. Ben artık bahtiyar bir Müslümanım. Müslüman ise arsasını camiye bağışlamaktan şeref duyar, saâdet hisseder.
 
Üst
Alt